Sanırım küçük bir hayal bu. Mazur görmeli, hayalleri seviyorum. Orada olabildiğince özgür olabiliyorum. İstediğim rengi kullanabiliyor, istediğim sesleri duyabiliyorum.

Evdeyim, gözlerimi aynadan kaçırıyorum. Kendimi görmediğim sürece ne hissettiğimin önemi yok, saklayabiliyorum. Ta ki kendimle göz göze gelene kadar.

Kanepede oturuyorum. Midemde o his, nasıl olduğunu çoktan unuttuğum. Bir yanma bu, nefes borusundan yukarı doğru yükseliyor. Evet, mide ve kalp arasında bir yanma hissi. Bir yandan engelleyemediğin bir tebessüm, devamında sırıtma. Anlayamama. Anlamlandıramama. Sonrası karanlık, düşüş ve boşluk.

“İnsan gerçekten hayret ediyor.” Bunca yıl dış dünyaya kapanan bir insan bu hisleri nasıl hissedebilir. İnsanlarla tanışmaktan kaçmış, saklanmış. Bazen gitmiş, bazen de kalmış. Ama hep kaçmış, hep uzaklaşmış. Kendi duvarları içinde yaşamış. Tanımaktan, sevmekten korkmuş. Dışarıya belli etmemek için her gün aynaya bakmış ve o gülümsemeyi yerleştirmiş yüzüne. Sonra tekrar gitmiş ve tekrar gelmiş. Aslına bakarsan, ne gitmeyi ne de kalmayı başarmış. Tam arasında, hep arayışta.

Gerçekten o’nun yani, öyle biri olup olmadığını bilmiyorum. Ama bir yerlerde olmalı, mutlaka. Bu hayata gelmesinin bir amacı olmalı. Uzun yıllar yarının ne getireceğini bilmeden devam etmeye çalışmak zor.

Yazmak istediğim o kadar şey var ki, belki de anlatmak istediğim. Bazen de kelimeler ve sözler anlamını yitirir, sadece bakmak istersin. Nereden başladığımı, nereye gittiğini bilmediğim bu yazıyı, bu gece bitirmek istiyorum. Sana kendimi anlatmak istiyorum, nacizane. İzninle. Beni affetmeni dileyerek.

Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. Kim olduğunu da. Doğum günlerim benim için her zaman hüzünlü olmuştur. Bana yalnız ve mutsuz olduğumu hatırlatır hep. Ama seni bir pastanın etrafında mutlu bir şekilde hayal ediyorum.

Sanırım her şey üniversitede başladı. Üniversite için ailemin yanından ayrıldığımdan beri işler garip bir hal aldı. İçimdeki yalnızlık ve hüzün büyüdü. Ben kolay seven birisi olmadım. Sevmeyi bırakıyorum, insanlarla arkadaş olurken bile. İnsanlar çok çabuk arkadaş olup, daha da çabuk birbirlerini unutabiliyorlar. Bu duruma çok üzülüyorum.

Birisiyle arkadaş olabilmek için kendimce bazı kriterlerim var mesela. Bunu üsten bakan bir tavır olarak algılama lütfen. Bahsettiğim şeyler temelinde insanlık aslında. Sen söyle, asgari insanlık, asgari dürüstlük gibi çok doğal ve olası şeyler aslında. Ortak paydada buluşabileceğimiz temel şeyler. Sevmek başlı başına bir dert zaten. Herkes seviyor, herkes aşktan bahsediyor. Ama gerçekten kim sevip fedakarlıkta bulunuyor bilmiyorum. Bugün onu seven, yarın hiçbir şey olmamış gibi düşünmeden gidebiliyor, saygısızca hareket ediyor.

Sahte insanları, olmadıkları gibi görünmeye çalışan insanları sevmiyorum. Bunları onlara söyleyince, dışlanan ben oluyorum. Ama bu konudan vazgeçemem, bunu yapamam hayır. Onlara benzemekten çok korkuyorum biliyor musun. Bir gün, sokakta yürürken yaşlı birisine çarptığımda özür dilememekten çok korkuyorum. Başkalarının arkasından konuştuktan sonra yüzlerine gülmekten…

Üniversite diyordum. Tüm bunları geçiyorum. Birbirini üzen insanları anlamıyorum. Kavga eden insanları görünce üzülüyorum. Hele sokakta, herkesin gözü önünde birbirini kıran insanları gördüğümde yaşadığım hüznü anlatamam. Yapmayın, lütfen, ne olur yapmayın diyebiliyorum. İçimden.

Bazen düşünüyorum da, acaba kimi seviyoruz. Olmayan birini mi? Atilla İlhan ne güzel söylememiş mi? “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” diyerek. Böyle düşünmeye başladım. Yani gerçekten köşeyi dönerken senin sevdiğin şarkıyı mırıldanan, giydiklerini gördüğünde büyülendiğin, ne bileyim vapurda denizi seyrederken kıyıda bisikletiyle hayatından sadece birkaç saniyeliğine geçen, kendi sevdiğin romanı okurken gördüğün. Aslında yüzüne o sıcak gülümsemeyi yerleştiren birisinden bahsediyorum işte, var mı böyle birisi? O gülümsemeden güzel bir şey olabilir mi şu kirlenmiş hayatta?

Peki ya, bir insan diğerini tanımadan sevebilir mi? Dedim ya, acaba kafamızda olmayan birini mi seviyoruz. Ama peki tüm bu arayış neden o zaman? Bence olmalı, böyle birisi olmalı evet.

Mesela ben o’nu tanımadan seviyordum, çünkü o’nu aslında tanıyordum. Daha adını bilmeden, kendisini görmeden. Çünkü en başından beri nelerden hoşlandığını biliyordum, hangi yemekleri sevdiğinden, hangi müzikleri dinleyip, neleri okuduğunu biliyordum işte. O beni tanımıyordu, ama oralarda bir yerdeydi. Bir gün gelecek ve tanışacaktık. Şimdi yanımda olsa, şöyle poz verirdik işte dediğim, gözümü kapattığımda yanımda hissettiğim, muzurluklarıyla beni güldürendi o. Belki hiçbirini bilmiyordum, belki hiç öğrenemeyeceğim ama, öyle hissediyordum işte, belki de istiyordum. Bu naif bir his. Çok saf ve kirletilemeyecek kadar temiz. Asla bozulmayacak kadar sağlam. Böyle bir şeydi işte.

Sahiden öyle bir şey var değil mi, bazen insan düşünmeye korktuğu şeyleri yazabiliyor. Yazmalı da, belki konuşmalı da fırsatını bulursa. Çünkü inan, konuşmayınca birikiyor, birikiyor, ne sen söyleyebiliyorsun, ne de o duyabiliyor. Bu sefer seni çürütmeye başlıyor ve öylece solup gidiyor kuruyan yaprak misali.

Bir beklenti içine girdiğimden değil, sadece içimden geldiğinden söylüyorum bunları. Sonu olmayan bir şey gibi. O farklı diğerlerinden. Çok fazla şey bilmiyorum. Tanımadığım biri hakkında bunları nasıl hissedebilirim? Hem de onca yılın ardından, nasıl bilebilirim? Tabii ki bilemem. Ama sanırım öyle hissediyorum, öyle istiyorum, öyle diliyorum ya da. Bunu hissetmek beni mutlu ediyor. Küçücük bir an için bile olduğum yerden uzaklaşıyorum.

Gözlerimi kapatıyorum mesela, her şey güzel. Küçücük bir hayal bu. İlk anda başlayan ama aslında yıllardır süre gelen, tıpkı bir rüya gibi. Birkaç saniye sadece. O mutluluk hissi tarif edilemez boyutta. Sonrası kötü ama, aniden gelen mutsuzluk hissi. Midedeki kramplar, nefes alamama durumu. Hissizlik ve donuk bir yüz, soğuk ve boş bir odayı andırıyor. Sanki hep oradaymış gibi. Gerçeklik.

Bunları sana neden anlatıyorum, kim olarak anlatıyorum bilmiyorum. Şüphesiz ki ben hiç kimseyim. Ama, sen o’sun.

Son olarak, seni seviyorum, her kimsen. Evet.

Üzgünüm ama elimde değildi.