Filmlerin de mevsimleri vardır. Hüzünlü filmler sonbaharı yansıtır mesela. Sararan yapraklar gibi, yorgun ama direnci yüksek. Unutursam Fısılda da böyle bir film. Hüzünlü, kırılgan ve naif. Seyretmeye kıyamıyorsunuz. Hikayenin doğallığı, sadeliği ve naifliği film boyunca tebessümü eksik ettirmiyor yüzünüzden.
Çağan Irmak gerçekten sinemamızın değerli isimlerinden biri. Babam ve Oğlum ile Dedemin İnsanları gibi iki harika film milyonları hüzne boğmuştu. Ayrıca Issız Adam ile Türk sinemasında yeni bir akım yarattı. Sonrasında çekilen benzer temalı filmlere öncülük ettiğini bile söyleyebiliriz. Unutursam Fısılda ile 1970’lere dönüyoruz bu sefer. Böyle filmleri izlemeyi seviyorum. Çoğalmasını ve kalitesinin artmasını diliyorum.
Ekim ayının sonlarında vizyona giren filmi ancak izleyebilmenin hüznünü yaşıyorum. İş, güç, tez, evi toplama derken neredeyse 2 haftadır denk getirip gidemiyordum. Nihayet bugün ilk fırsatta izleyebildim. Hüzünlü bir film dedim ama aynı zamanda insanı mutlu eden bir yönü var. İzlerken filmin samimiyetine bağlanıyorsunuz. Göz yaşından ziyade tebessümle geçiyor film.
Filmin hikayesi eş zamanlı olarak günümüz ve geçmiş sekansları arasında geçiyor. Pek az filmde karşımıza çıkan bu tarz filme güzel bir hava katmış. Geçmişi ve günümüzü içine alan filmler genelde günümüzden bir anlatım sahnesinin buğulanmasıyla geçmişe bağlanır ve finalde göz yaşlarıyla günümüze dönerdi.
Filmin yükünü bana kalırsa iki büyük usta ve ses sanatçısı Işıl Yücesoy ile Hümeyra çekiyor. Hatta Işıl Hanım filmi alıp götürürken Hümeyra ona ancak eşlik edebiliyor. Özellike Işıl Yücesoy için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. İçindeki aşkı ve yalnızlığı o kadar güzel hissediyorsunuz ki, yıllar sonra bile içinde sönmeyen ateşi gözlerinde görüyorsunuz. Adeta alev saçan gözler, kimi zaman yufka yüreği, saygı duyulası bir performans. Hümeyra artık Çağan Irmak’ın kadrolu oyuncularından yılların yorgunluğunu ve belki pişmanlığını standardını bozmadan, abartıya kaçmayan sadeliğiyle keyifle hissettiriyor.
Filmin geçmişinde Farah Zeynep Abdullah (Hatice-Ayperi), Mehmet Günsür (Tarık), Gözde Cığacı (Hanife) ve Kerem Bürsin (Erhan) olarak karşımıza çıkıyor. Öncelikle söylemeliyim ki Mehmet Günsür’ün yaptığı her işi beğenen ben bu filmde bir gariplik olduğunu düşünüyorum. Belki saçma bulacaksınız ama özellikle sarıya kaçan bronz ten rengi ile bu güzel filmde doğal olmayan tek şey belki de kendisi. Mehmet Günsür filmde olduğunu hiç hissettirmiyor nedense, oldukça zayıf bir performans. Keza Kerem Bürsin de daha yolun çok başında.
Filmin ana karakteri Farah ile hayat buluyor. Hayalleri uğruna sevdiği adam ile ailesini geride bırakan bir köylü güzelini canlandırıyor. Farah’ın söylediği şarkılar Kenan Doğulu imzası taşıyor. Şarkılar üzerinde gerçekten çok çalışıldığı belli oluyor. Dönemi oldukça güzel yansıtmış. Farah Zeynep de gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Özellikle Tarık’ın ardından söylediği Gel ya da Git adlı parçayı gerçekten çok beğendim. Bu arada yanlış şarkıyı eklemişim, şimdi farkettim. Tarık’ın ardından söylenen şarkı Sevdim’miş. Onu da yazının sonuna iliştirdim. İki parça da çok vurucu olmuş.
Ben izninizle günümüzdeki Hanife karakterine dönmek istiyorum. Kesinlikle filmin tam ortasında aslında onun hikayesi yer alıyor. Terk edilen, sevdiği adama kavuşamayan, umutları sönen, genç yaşında ailesinin sorumluluğunu üstelenen güçlü bir kadının hikayesi. Kardeşine duyduğu kin ile sevgi çatışmasını doruklarına kadar hissediyoruz. Aynı zamanda bir vazgeçişin hikayesi. Kendi hayatından. Ne yazık ki Gözde Cığacı’nın performansı iyi olsa da senaryoda Hatice’nin gidişi sonrası hikayesinden yalnızca birkaç sahne görebiliyoruz. İzleyicide oldukça merak uyandırmasının sebebi Işıl Yücesoy’un harika oyunculuğu belki de. Yönetmen Hanife’nin geçmişine dönük birçok sahne borçlu seyirciye. Ayperi yükselirken Hanife ne yapıyordu? Radyoda onun şarkıları çalarken neler hissetti, bunları bilmemiz gerekirdi. Hayatından vazgeçerken, yalnız geçen yıllarda ne oldu? Tekrar şiir yazdı mı? Hiç aşık oldu mu?
Film çok mu kısa yoksa bana mı öyle geldi? Şimdi kontrol ettim, 2 saat 2 dakika diyor, hadi jenerikleri çıkalım yine de uzun bir süre var. Ama sinemada zaman o kadar hızlı geçti ki, neredeyse 100 dakikadan bile az olduğuna emindim. Yoksa film çok akıcı olduğu için mi kısa geldi bilemiyorum. Ama dedim ya, Hanife, ah Hanife, keşke biraz daha görebilseydik…
Ayrıca 1970’lerin müzikal dünyasına dair fikir de veriyor film. Bir yanda hayallerine kavuşmaya çalışan gençler piyasa koşullarına göre istedikleri müzikleri yapamamanın mutsuzluğunu yaşıyor. Yaşadıkları ikilemleri, buna sebep olan kavgaları ve ayrılığı görüyoruz.
Yıllar sonra evine sığınan yorgun bir kadının yaşadıkları, karşısında güçlü ama kırgın ve sinirli bir abla. Bu film gösteriyor ki, bir abla, ne olursa olsun kardeşini her zaman kendi çocuğu gibi görür, ne yaparsa yapsın, her zaman yanındadır, onu sever ve sinirinin altında kocaman bir yürek vardır. İzlemekten keyif alacağınıza eminim. Bir de ablanız varsa, filmin sonunda onu arayıp kendisini çok sevdiğinizi söyleyebilirsiniz.
Abla sevgisini tatmış şanslı küçük kız kardeşlere…