“Anadiliniz ne?” diye sormuştu adam.
“Portugues,” demişti kadın.
Şaşırtıcı biçimde U gibi telaffuz ettiği O harfi, E harfinin yükselen, tuhaf bir biçimde bastırılan tizliği ve sözcüğün sonundaki yumuşak Ş, birleşip bir ezgiye dönüşmüştü adamın kulaklarında, aslında olduğundan daha uzun süren ve mümkün olsa bütün gün dinlenesi bir ezgiye…
Esasında benim için de bir Lizbon hikayesinin başlangıcıydı bu. Yabancı olduğu bu dile karşı inanılmaz bir çekim hisseden Raimund Gregorius’un heyecanını yaşıyordum içimde. Hayran olduğu bir kelimenin, dilin peşine düşen bu adamı daha iyi anlıyordum artık.
Avrupa’ya birçok açıdan uzak olan bu ülkeyi küçüklüğümden beri merak etmişimdir. Çünkü tatile hep Almanya’ya, Fransa’ya ya da İtalya’ya gidilirdi. Çikolatalar oradan gelirdi, hikayeler oralardan anlatılırdı. Avrupa’nın güney batısında yer alan bu küçük ülke ile ilgili pek az şey bilirdik. Yıllar yılı ertelemenin ardından birkaç yıl önce sıra gelmişti Portekiz’e gitmeye, o zaman da zamansızlıktan planlarda aksama olmuş Porto ile yetinip Lizbon’a gidememiştim. Bu sefer ise işimi şansa bırakmaya niyetim yoktu. Hatta oralara kadar gitmişken neden Porto’ya da tekrar gitmeyeyim diyerek planıma Porto’yu da ekledim. Hatta son dakikada eklenen iki de yol arkadaşım oldu; Deniz ve Hazel.
Gregorius’a hak vermemek elde değil. Portekizce gerçekten melodik bir dil. Önceleri aşina olmadığım için bana öyle geliyor sanıyordum ama günlük hayata girince öyle olmadığını anladım. Almış olduğum azıcık İtalyanca eğitimi sebebiyle Avrupa’nın çoğu ülkesinde gündelik konuşmalara ayak uydurduğum olmuştu ama Portekiz’de sadece bu dilin melodisinin tadını çıkardım. Nedense Porto’da bunu pek yaşamadım, ama Lizbon’a ayak basar basmaz bu dil hapsetti beni kendine. Masalsı bir yanı var gibi geliyor nedense, içimden atamıyorum bu melodiyi…
Havalimanından çıkıp metroya doğru yöneliyoruz. Daha ilk anda vuruluyorum Portekizceye… Linha Azul (Linha da Gaivota), Linha Amarela (Linha do Girassol), Linha Verde (Linha da Caravela), Linha Vermelha (Linha do Oriente). Bunlar sadece Lizbon’daki 4 ana metro hattı. Hiçbir özelliği yok. Ama nedense bir şiirin mısralarıymış gibi geliyor bana. Bir de metro hatlarını simgeleyen işaretlere bayılıyorum. Kalacağımız yere gitmek için güzel Ay Çiçeği’ni takip etmeliyiz. Eskiden metro hatları şimdiki sembolleriyle anılırmış; Martı Hattı, Ay Çiçeği Hattı, Karavela Hattı (bir tür gemi), Doğu Hattı olarak, ancak günümüzde isimler gitmiş sadece semboller kalmış.
Şansımıza hava mevsime göre oldukça güneşli. Biz de günü kaçırmadan hemen dışarı atıyoruz kendimizi. Güneşin batmasına birkaç saat kaldığı için ilk olarak seyir teraslarına doğru keyifli bir yürüyüş yapıyoruz. Acele etmeden, Lizbon’nun ara sokaklarının keyfini çıkararak, harika seramiklerle kaplı, büyüleyici kapılara sahip apartmanlarla dolu sokaklardan…
Lizbon klasik Roma şehir yerleşimine sahip. Tepeler üzerine kurulu. Dolayısıyla bir tepeden diğerine yürümeyi göze almalısınız. Bu durumun bizim için keyifli bir sonucu var. Neredeyse şehrin her bölgesinde bu seyir teraslarından mevcut. Yani güneşi nerede batırırsanız batırın harika bir Lizbon manzarası sizleri bekliyor.
Ayaklarımız bizi ilk durağımız Miradouro da Senhora do Monte‘ye doğru sürüklüyor. Dar sokaklardan geçtik, dik merdivenlerde yorulduk ancak tepeye çıktığımızda karşılaştığımız manzara tek kelime ile harikaydı. Hava güzeldi ve güneş batma konusunda pek bir nazlı davranıyordu. Burası şehrin en geniş panoramik manzarasını veren seyir teraslarından birisi. Manzaranın tadını keyifle çıkardık.
Lizbon’da ilk dikkatimi çeken şey şehrin Avrupa’nın geri kalanına kıyasla biraz düzensiz gözükmesiydi. Örneğin Barcelona’ya yukarıdan baktığınızda ilk dikkatinizi çeken şey Gaudi’nin planladığı muazzam bulvarların iç içe geçerek şehri birbirine bağlamasıdır. Bu açıdan baktığınızda Lizbon biraz düzensiz gözüküyordu. Ancak bu durumun şehrin ruhunu oluşturduğunu anlamam pek uzun sürmedi. Aslında bu düzensizlik bir bütünün parçası gibiydi. Daracık sokaklardan geçen tarihi tramwaylar, tepelere yolcuları çıkaran asansör tramwaylar… Hepsi bu düzensizliğin birer parçasıydı.
25 Nisan Köprüsü’nün pas kırmızı rengi hafif turunculaşmaya başladığında güneşin fazla vaktinin kalmadığını anlamıştık. Güneşe bir başka tepeden veda etmek için Miradouro da Graça‘ya doğru acele etmeden keyifli bir yürüyüş gerçekleştirdik. Bu seyir terasları Lizbon’un ruhunu yakalamak için en doğru adreslerden biri. Turistlerin olduğu kadar kendilerine Lisboeta diyen Lizbonluların da sıklıkla vakit geçirdiği yerler. Eğer şanslı gününüzde olursanız amatör sanatçıların mini konserlerine denk gelebilirsiniz. Böyle anlarda o keyfi yaşamak için güneşin batışına aldırmadan teraslarda biraz daha vakit geçirmeyi göze almalısınız. Gün batımına doğru kitap okuyanlara da, kahve içenlere de rastlayacaksınız. Günü bir Lizbonlu gibi bitirmek sizin elinizde.
Graça Seyir Terası’nda güneşin son ışınlarına veda ettikten sonra şehrin sokaklarını arşınlayarak halk arasında Praça Rossio olarak adlandırılmaya devam eden Praça Dom Pedro IV‘ya doğru yol alıyoruz. Burası şehrin ana meydanlarından biri. Meydana ismini veren ilk Brezilya imparatoru olan Pedro IV’ün dikilitaş üzerinde yer alan bir heykeli meydanın ortasında yer alıyor.
Bu meydan Lizbon’un ana trafiğinin kesiştiği bölgelerden biri. Buradan şehrin her noktasına otobüslerle ulaşabilir, geçen iki farklı metro hattını kullanabilir ya da banliyo trenlerini bulabilirsiniz. Söz metro hatlarından açılmışken; Lizbon’da ulaşım Viva Gem kartlarıyla sağlanıyor. Bu kartlar tüm ulaşım araçlarında geçerli ve istasyonlardaki makinelerde tekrar doldurulabiliyor. Eğer bir gününüzü Sintra‘ya ayıracaksanız Dom Pedro meydanından kalkan banliyo trenlerini kullanabilirsiniz. Yolculuk yaklaşık 1 saat sürüyor. Ancak Sintra bölgesine gitmeden hava durumunu kontrol etmelisiniz. Lizbon’da hava günlük güneşlik olsa dahi coğrafi durumundan dolayı Sintra’da göz gözü görmüyor olabilir. Biz şansımızı denedik ve fakat yoğun yağmur ve sisten dolayı gittiğimiz trenle geri dönmekten başka çare bulamadık.
Pedro Meydanı’nın biri ucu şehrin en büyük bulvarı olan Avenida da Liberdade‘a açılırken bir diğer yanı da yayalara ayrılmış olan meşhur Rua Augusta‘ya çıkıyor. Alışveriş için iki caddeyi de kullanabilirsiniz. Eğer dünyaca ünlü markaları arıyorsanız gitmeniz gereken yer Liberdade Bulvarı; ancak hedefinizde daha ekonomik markalar ve butikler varsa Augusta Caddesi ve çevresinde birçok butik ve mağaza bulabilirsiniz.
Augusta Caddesi üzerinde Portekiz mutfağının çeşitlerini bulabileceğiniz onlarca restoran bulunuyor. Mola vermek için birini seçip özellikle Morina Balığı’nın tadına bakabilirsiniz. Ya da yürümeye devam edip ara sokakları keşfe dalabilirsiniz. Hemen yakınlarda Santa Justa asansörünü göreceksiniz. Asansörü kullanarak başka bir açıdan Lizbon’u gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca asansörü kullanarak Lizbon’un tarihi meydanlarından biri 0lan Largo do Carmo‘ya da ulaşabilirsiniz.
Burası Lizbon’un dinginliğini yaşayabileceğiniz tarihi bir meydan. Kahvenizi yudumlayıp mola verilebilecek bir alan. Ayrıca Carmo Kilisesi‘nin kalıntılarına kurulan arkeoloji müzesinin de es geçilmemesini öneririm. Hakim bir tepeye kurulan müzenin bahçesinden farklı bir Lizbon manzarası da göreceksiniz.
Rua Augusta’yı bitirdiğinizde karşınıza oldukça görkemli bir meydan olan Praça Do Comercio ve Tejo çıkacak. Nehir mi yoksa göl mü olduğuna karar veremediğim Tejo ile şehrin hüzünlü bir hikayesi var. Tarihteki büyük yıkıma sebep olan depremden sonra oluşan tsunami dalgaları Lizbon kentine büyük bir zarar vermiş, o yüzden nehir ile şehir arasındaki ilişki o günden beri bozuk. 25 Nisan Köprüsü‘nün bu kadar görkemli ve büyük yapılmasının bir sebebini de budur belki. O tarihten sonra Tejo’nun hiçbir Lizbonluya zarar vermemesi istenmiş. Hiçbir Lizbonlu da Tejo’ya güvenmemiş zaten o günden sonra. Bu büyük meydan da güneşi batırılacak keyifli noktalardan biri, 25 Nisan Köprüsü’nün ardından batmaya başlayan güneş ile sahilde keyifli vakit geçirmek mümkün. Ayrıca Belem semtine giden banliyo trenlerine binmek için bu meydandan 10 dakikalık bir yürüyüş yapmanız gerekiyor.
Günün kızıllığı yavaş yavaş Tejo’nun ardından kaybolurken biz de kendimizi tekrar Rua Augusta’nın kalabalığına bırakıyoruz. Biraz ilerde daha önce gözümüze kestirdiğimiz Casa Portuguesa var.
Burası yaklaşık yüz yıldır Portekiz’in meşhur atıştırmalığı Pastel de Bacalhau‘yu yapıyor. Türkçe’ye Morina Balığı Atıştırmalığı olarak çevirirsek doğru olur. Portekizliler kültürlerinde önemli bir yere sahip Morina balığını enfes Serra da Estrela peyniri ve patatesle buluşturarak bu tadı yaratmış. Serra da Estrela bölgesinde koyun sütünden yapılan peynir yaklaşık 30 gün olgunlaştırılarak kıvam alıyormuş. İlk aşamada akışkan bir halde olan peynir olgunlaşma süresi uzadıkça katı bir hale geliyormuş.
Lizbon’da hemen her yerde karşılaşacağınız bu lezzetin çıkış yeri Rua Augusta 106 numarada faaliyet gösteren bu küçücük dükkan. Tarihi dokunun birebir korunduğu bu küçük lezzethane Portekiz yemek kültürün sayılı örneklerinden biri. Bu atıştırmalığı Porto Şarabı eşliğinde tavsiye etseler de biranın da iyi bir alternatif olduğunu aklınızın bir köşesine yazın.
Portekiz’de yemekler gerçekten geç saatlerde yeniyor. Eğer akşam üzeri bir restorana saat sekiz gibi giderseniz muhtemelen restoranın kapalı olduğunu düşünüp içeri girmezsiniz. Restoranlar genelde dokuz ila on bir saatleri arasında hizmet veriyor. Böyle olunca yemek sonrası kahve de geç saate kalıyor. Biz de bu umutla günün geç kalan kahvesini içmek üzere Rua Augusta’nın kepenkleri kapanan dükkanlarının yanından geçerek Bairro Alto bölgesine doğru yola koyulduk. Lizbon’un çok sevdiğim bir özelliği var, eğer yürüdüğünüz istikamette bir grup insan neşeli bir şekilde yürüyorsa muhtemelen doğru yoldasınız demektir. Biz de öyle yaptık ve insanları takip ederek bizi Praça Luis de Camoes‘e ulaştıracak Rua Garret’da bulduk kendimizi.
Bairro Alto bölgesi Lizbon’un modern şehir yerleşiminin başladığı yer. Tarihi 15. yüzyıla dek uzanıyor. Sarı tramwayın girdiği daracık sokakları, arnavut kaldırımları ile hayatın daima canlı olduğu bir bölge. Burada sokakları keşfetmek de ayrı bir zevk, oturup sadece bu tarihi bölgenin atmosferini yaşamak da. Sokaklara misafir olduğunuzda Lisboetaların neşeli hallerine denk geleceğinize eminim. Ya da oturup bir meydanda Lizbonluların günlük hayat pratiklerini gözlemleyebilirsiniz.
Luis de Camoes Meydanı da Carmo Meydanı gibi mola vermek için güzel bir yer. Böyle şehirleri seviyorum. Sokakların birbirine küçük meydanlarla bağlandığı… Bu alanlar genelde kafelerle çevrili oluyor ve insanlar sosyalleşmek için buralarda vakit geçiriyor. Bairro Alto’yu keşfederken aklıma Bordeaux geliyor. Tıpkı burada olduğu gibi tarihi şehrin arka sokaklarında kayboldukça yeni bir meydanı keşfediyor, şanslıysam bir müzik dinletisine ya da amatör oyunculara denk geliyordum…
Biz de Lizbon’da olduğumuz için onların yaşam pratiklerine ayak uydurmaya çalışıyoruz. Yemeğimizi geç yedikten sonra kahvemizi de geç içiyoruz. Ve bunun için paha biçilemez bir yerimiz var. Cafe A Brasileria. Tarihi on dokuzuncu yüzyılın sonlarına dek uzanan Brezilyalı Hanımefendi Lizbon’un tarihi tanıklarından biri. Kafenin sahibi Adriano Telles 1800’lerin sonunda Brezilya’dan kahve getirip Lizbon’da bunun ticaretini yapan bir kişiymiş. Halk arasında kahveleri çok sevildiğinden 1905 yılında bu kafeyi açmış. Ayrıca kafenin bir şubesi de 1907’de Braga’da açılmış. 1990’larda bir restorasyon geçirilip kültür mirası olarak korunmaya alınmış. Brasileria Portekiz’de Bica servisi yapılan ilk kafe olarak tarihteki yerini almış. İlk yıllarından beri Lizbonlu entellektüellerin uğrak yeri olmuş. O günlerin anısına heykeli kafenin önüne yerleştirilen Lizbonlu meşhur şair, yazar, fikir insanı Fernando Pessoa ile karşılıklı birer kahve içmenin keyfini yaşayabilirsiniz!
Biz de hem lezzetli Bica’nın tadına bakmak, hem de bu paha biçilemez atmosferi yaşamak için günün geç saatlerinde oradaydık. Bica, espressoya oldukça benzeyen ve porselen fincanda servis edilen bir kahve türü. Tadının farklılığı çekirdeklerin kavrulmasından geliyor. Kahve çekirdekleri İtalyan espressosuna göre daha az kavruluyor, dolayısıyla içimi de daha rahat/yumuşak/hafif ve bana kalırsa daha keyifli oluyor.
Burada sert, orta ve yumuşak olmak üzere üç çeşit Bica servisi var. İsterseniz süt de ekleyebilirsiniz. Ancak kahvenin öz tadını almak için orta Bica’yı önermekten geri kalmayacağım. Bununla beraber bu lezzetten eve dönünce de mahrum kalmak istemez ya da kahve sever arkadaşlarınıza almak isterseniz değişik boylarda kahve satışı yapıldığını da unutmadan ekleyeyim.
Fiyatına gelince; burada özellikle durmak istiyorum. Bu tarihi kafede bir bica içmenin karşılığı sadece 1 €! Evet yanlış duymadınız sadece bir euro! Örneğin meşhur Nata tatlısını da hemen her yerde ortalama 0,70 € – 1.10 € aralığında satıldığını göreceksiniz. Portekiz’in Avrupa’nın geri kalanına kıyasla daha ekonomik olduğunu biliyordum. Ancak burada karşılaştığım fiyatlar beni gerçekten şaşırtıyor. Çünkü nedense güzel ülkemde bu tarz mekanlar genelde bu “tarihi” tiltin arkasına saklanarak müşteriyi olabildiğince soymayı pek bir severler. Durup dururken Portekiz’i sevmek için bir neden daha yaratıyorum kendime.
Lizbon’u sevmemdeki bir başka etken de sokak sanatçıları oldu. Avrupa’da genelde grafiti sanatçıları “underground” çalışır. Ancak burada durum biraz farklı. Lizbon’da hemen her yerde sokak sanatçıları için ayrılmış grafiti panolarına denk geleceksiniz. Ben Barrio Alto bölgesini arşınladığım bir sırada onlara tanık oldum. Hepsi koruyucu kıyafetlerini giymiş, çizecekleri resmin brifingini yapıyordu. Ayrıca kullanılmayan birçok bina tuğlalarla kapatılarak sanatçılar için tuval haline getirilmiş. Bunu da şehrin değişik noktalarında görebilirsiniz. Ayrıca tramwaylar da çoğunlukla bundan nasibini almış. Ancak Benim şoka uğradığım yer ise kesinlikle konaklama yaptığımız yerin karşısındaki binalar dizisi oldu.
Güneşli bir diğer günde Belem semtine gidecek trene binmek üzere Cais do Sodre tren istasyonundayız. Burası Lizbon’un merkezindeki ikinci büyük tren garı. Karşı kıyıdaki dev İsa heykelini yakından görmek istiyorsanız buradan nehrin karşı kıyısına giden vapurlara da binebilirsiniz. Eğer bilet sırasında bizim bir sıra önümüzdeki İtalyan Kız gibi cizız kırayst (Jesus Christ) derseniz sizi vapurlara yönlendirirler. Buradan Belem Semti yalnızca 2 durak uzakta ve yolculuk sadece 15 dakika sürüyor.
Tarihi Belem semtinde ilk durağımız tabii ki Pasteis de Belem. 1837 yılından beri faaliyetini sürdüren Belem Pastanesi Lizbon’un ve Portekiz’in en eski pastanelerinden biri. Yaptıkları Nata tatlısının ünü tüm dünyaya yayılmış durumda. Belem tatlısı temel olarak Nata’nın aynısı gibi gözüksede tarifinin gizli olduğu ve tarih boyunca hemen yanlarında bulunan Jeronimo Kilisesi’nin rahipleri tarafından yapıldığı biliniyor. Önceleri sadece kilise için üretim yapan rahipler üretim yaptıkları yer kapanınca bugünkü dükkanın olduğu yerde bu işe girişmişler ve bu olay günümüze kadar gelmiş. Şu anda oldukça hızlı bir üretim yapılsada tarifin gizliliği hala devam ediyormuş. Pastanenin ilk günkü atmosferini korumuş olması da takdire şayan. İsterseniz girişte paket yaptırabilir, isterseniz de içerideki geniş salonda oturabilirsiniz. Üretim yeri açık olduğu için camın arkasında yeni pişen tatlıları ağzınız sulanarak izleyebilirsiniz.
Burasıyla ilgili komik bir anımız oldu. Artık Deniz ve Hazel’i kendime mi benzettim bilemiyorum. Ancak uzunca bir kuyrukta sıranın bize gelmesini beklerken ne kadar sipariş edeceğimizi konuşuyorduk. Hazel olaya farklı bir bakış açısı getirerek ihaleyi direkt 9 ile açınca -yazıyla dokuz- hepimiz bir anda kahkahalara boğulduk. Nitekim grup kararıyla 10 adet -yazıyla on- sipariş etmeye karar verdik. Garsonumuz da siparişimizi duyunca ister istemez gülerek tekrar sordu. Ama kararımızdan emindik ve on adet natamızı kahveler eşliğinde söyledik. Siparişimizin gecikmesini önce garsonun bizim siparişimizden sonra günlük limitini doldurduğunu düşünüp paydos etmesine bile bağladık! Ancak çok geçmeden tatlılarımız geldi. Muhtemelen bu kadar fazla sipariş veren olmadığı için tabağın yetersizliğini güzel bir desen yaparak halletmişlerdi!
Bu lezzetli tatlının dışı çıtır milföy, içi süt, yumurta ve sanırım biraz karamel bir karışımdan oluşuyor. Türkiye’deki sütlaça benzeyen yanmış kısımları özellikle pek seviliyor. Biz Natalarımızı yemeye devam ederken yan masamızdaki iki Rus hanımefendi bize oldukça şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Zira kendileri sadece 1’er adet -yazıyla birer- Nata söylemişlerdi. Sanırım bizden aldıkları cesaretle onlarda kendilerine ikinci nataları söylediler.
Tatlılarımızı yedikten sonra yaşadığımız enerji patlamasını biraz yürüyerek atmak istedik. Hemen pastanenin yanında yer alan Mosteiro dos Jeronimosi‘yi ziyaret ettik. Geçmişi 14. yüzyıla dayanan bu kilise; Lizbon Katedrali ile beraber şehrin en önemli dini yapılarından biri. (Lizbon Katedralinin geçmişi ise 11. yüzyıla dayanıyor.) Jeronimo Kilisesi’nin ardından tekrar kendimizi Tejo kıyısı attık ve manzaranın tadını çıkardık.
Tejo kıyısında görülmesi gereken anıtlardan birisi Padrão dos Descobrimentos (Kaşifler Anıtı). Bu anıt 1930’larda tarihteki Portekizli kaşiflere saygı için yapılmış. En önde Henry the Navigator olarak bilinen Kral Henry’nin yer aldığı anıtta başta Vasco do Gama olmak üzere Coğrafi Keşiflere öncülük eden bütün denizcilere yer verilmiş.
Torre de Belem (Belem Kulesi) tarihi 16. yüzyıla kadar uzanan çok stratejik bir noktaya konumlandırılmış. Tejo kıyısındaki kayalıklar üzerine inşa edilen kule suda yüzüyor gibi gözüküyor. Kule özellikle Tejo üzerinden gelecek gemi saldırılarına karşı savunma amaçlı kurulmuş. 1800’lerdeki Fransız işgali sırasında savunma hattının en önemli parçasıymış. Fransız işgali sonunda kaçınılmaz olsa da Portekizliler için oldukça önemli bir yapı olarak günümüzde binlerce ziyaretçiyi kendine çekiyor.
Lizbon gerçekten zamanınızı dolu dolu geçirebileceğiniz bir şehir. Tarihi dokusu bir yanda, Portekiz mutfağının lezzetleri diğer yanda. Şehrin her yerinden izleyeceğiniz harika manzara da cabası. Nostaljik tramwayları, arnavut kaldırımları ve üşengeç insanlarıyla komple bir şehir. Portekizliler gerçekten rahat insanlar. Dükkanlar geç açılıyor, yemekler geç yeniyor. İnsanların hiçbir şey için acelesi yok. Dükkanlar akşam erken kapanıyor ama restoranlar gece yarılarına kadar açık. Portekizliler gerçekten hayatı yaşamayı seviyorlar, bunu orada geçirdiğiniz zaman içinde hissediyorsunuz.
Acelesi olmayan insanları/şehirleri seviyorum. Bence Lizbon’un hiçbir acelesi yok. Öylesine dingin, öylesine rahat. O yüzden bizim gibi yürüyün. En sevdiğim şey yürüyerek olabildiğince çok şeye tanık olmak. Hayata tanık olmak için yürümeli ve konuşmalı. Eksik kalan şeyler olmadı mı? Oldu elbette. Bu da sevdiğim başka bir şey zaten. Bir şehri karış karış gezmeyi sevmiyorum. Plan yapmıyorum. Ayaklarım beni nereye götürürse oraya gidiyorum, yorulduğum zaman duruyorum ve bilmediğim bir yönünü keşfediyorum şehirlerin, bu bazen bir manzara oluyor ya da kıyıda köşede kalmış bir restoran veya kafe. Mesela böyle bir gecede kendimi o dar merdivenlerden aşağıya bırakmasam muhtemelen bulamayacaktım o balık restoranını ve o enfes deniz ürünlerinin tadına bakayamacaktık hiç. O yüzden fazla plan yapmamalı. Olduğu gibi yaşamalı, acele etmeden. Bu sefer de öyle oldu. Bazı zevkleri sonraki sefere bıraktık memnuniyetle. Sao Jorge Kalesi’ni, Lizbon Katedrali’ni, Sintra‘nın büyülü dünyasını… Daha kim bilir Barrio Alto’da keşfedilecek daha ne kadar sokak var. Tarihi kitapçılarından ve A Ginjinha’dan söz bile etmiyorum!
Lizbon’a dair tek üzüntüm, sevgili Woody Allen’ın burada bir film çekmemiş olması. Şehirde dolaşırken kendinizi Allen’nın film setlerinden birindeymiş gibi hissetmemeniz neredeyse olanaksız gibi. Güneşin batışında turuncuya boyanan şehir, eski mahalleler, sokaklarda yürürken kulağınızın pasını silen müzikler, o dinginlik, o sakinlik; gerçekten Woody Allen’ın ellerinden harika bir şehir filmi çıkabilir. Gerçekten Lizbon’u bir de Woody Allen’ın gözünden seyretmeyi çok isterdim. Eminim ki ortaya tutkulu ve eğlenceli bir aşk filmi çıkardı. Usta yönetmen birkaç sene evvel Avrupa’yı bırakıp memleketine dönmüştü ama kim bilir belki bir gün bu şehre bir film yapmak için geri döner! Bunu tüm kalbimle diliyorum.
Hiç düşünmeden ve plan yapmadan Lizbon’a gidin. Seyir teraslarından birini seçin ve Tejo’ya doğru güneşi batırın. Tarihi tramwaylardan birine atlayıp tarihte yolculuk edin mesela. Sert bir Bica söyleyin ve tereddütsüzce için. Nataların tadını kulaktan kulağa fısıldayın. Enfes balık restoranlarından birinde bir yandan Portekiz mutfağını tadın, diğer yandan da Portekiz sosyal hayatını deneyimleyin. Barrio Alto’nun dar sokaklarını arşınlayın. Acele etmeyin. Bir Lizbonlu gibi günü uzun ama acele etmeden yaşayın. Biz gittik ve çok sevdik Lizbon’u, adına ayrılık da demedik İstanbul’a dönerken; tekrar Lizbon’a geleceğimiz günü beklemeye başladık… Lizbon’dan bana keyifle geçirilen günler, kibar Portekizliler, enfes Portekiz mutfağı/tatlıları ve hayatı kalırken, edindiğim iki harika yol arkadaşı da en büyük kazancım oldu…
Selam ve sevgi ile.