Halbuki bugüne dair ne güzel planlarım vardı. Sabah uyanacak, gün boyu tezimle ilgilenecek ve artık sonuna getirecektim. Ama nedense içime düşen Ayvalık Tostu özlemi buna engel oldu, evet Ayvalık Tostu. İnanır mısınız kaç gündür rüyama giriyor. Yiyemedim bir türlü, gece sipariş verecek açık bir yer bulamanın hüznüyle gözüme uyku girmedi resmen. Sabah kalktım, kahvaltı için söyleyecektim ki yeter bu üşengeçlik diyerek kendimi Şişli Cami’sinin karşısındaki tostçuma attım. Tostumu yiyip beklemeye geçtim fakat gelen giden olmadı. Güne devam etmeye karar verdim. Karışık Kaset vizyona gireli az zaman oluyor, aklımdaydı, hazır dışarı çıkmışken izleyeyim istedim, izledim.
Öncelikle ifade edeyim Karışık Kaset aslen Uygar Şirin’e ait bir roman. Senaryolaştırılan kitapların filmini izlemeden önce mutlaka okunması gerektiğine inanıyorum. Çünkü hiçbir sinema filmi romanların hissettirdiği yoğunluğu hissettiremez, hissettirmedi. Zaman Yolcusunun Karısı’nı izleyeceğim gün onun da aslında romandan uyarlama olduğunu öğrenmiştim. Abimin harddiskinden filmi seçmiş ve başlatmıştım bile, jenerik akmaya başlarken ben de filmle ilgili birkaç cümle için internete baktığımda farketmiştim. O saniye kapattım filmi, içinde zaman yolculuğu geçen bir kitap vardı önümde, kitabı okumadan olmazdı. Sanırım 8/9 ay bekledim filmini izlemek için, ama sonunda gerçekten değmişti. Sonuç da tahmin ettiğim gibiydi; güzel bir kitap, eksik bir film. O yazı bir yerlerde olacak, unutmadan bir ara onu da buraya iliştirsem iyi olacak.
Evet ne diyordum, ben de önce okumak için kitabı edineyim demiştim. Bir kitabevinde buldum, ama ne görsem beğenirsiniz? Daha filmi çıkmadan kitabın ikinci baskısına filmde yer alan oyuncuların fotoğrafları basılmış. Bir romana yapılacak en büyük saygısızlık sanırım bu olmalı. Bütün derinlik kayboldu, kitap sanki filmin arkasına saklanmış, gözümde değersizleşti. Almaktan vazgeçtim. Filmi izlemekle yetindim.
Roman henüz 1 yaşını doldurmuş ki filmi çıktı. Sizce de biraz erken bir süre değil mi? Sanki biraz acele edilmiş gibi geldi bana. Filmin iyi başlayan ama hoşnut etmeyen devamı buna işaret ediyor bence. Neva diye bir roman var Ilgın Olut’un yazmış olduğu, bilir misiniz? Oldukça güzel bir hikayesi vardır, üniversitedeki ilk yıllarımda okumuş, arkadaşlarıma önermiştim, herkes güzel şeyler söylemişti. Geçtiğimiz senelerde onun da filmi çekildi. İnanılmaz merak etmiştim, nedense bir sahiplenme vardı o romana dair içimde. Sonuç mu? Hayatımda izlediğim en kötü filmlerden biriydi, bırakın hikayenin sevimliliğini, adeta romana ihanet edilmişti filmde. Üstelik senaryo ekibinde romanın yazarı da vardı. Şu an düşünüyorum da, bir yazar romanının o hale gelmesine nasıl izin verebilir?
Neyseki Karışık Kaset’te durum bu kadar vahim değil. Ama filmi izlerken nedense bu hikayenin romanı oldukça güzeldir diye hissettim. Çünkü filmde eksik olan bir şeyler vardı. Hızlı bir özet gibi, yeterince duygu yoğunluğu olmayan sahneler, üstünkörü replikler, cevapsız sorular, her şey.
Film 1990, 2000 ve 2010 yıllarında üç bölüm olarak geçiyor. İzleyici bana kalırsa filmin ilk yarısında kendisine vaat edilen filmi ikinci yarıda bulamıyor. Film arasında o kadar mutluydum ki, çok güzel bir film izleyeceğime emindim. Ancak ikinci yarısı beklenileni karşılayamadı.
90’larda çocuk olmak ne güzeldi değil mi? Filmin açılış sekansıyla beraber o günlere tekrar döndük, oyuncaklar, objeler, o günleri hatırlatan kıyafetler, şişe çevirmece oynayan çocuklar! Filmin açık ara en güzel bölümü çocuk oyuncuların sahnede olduğu anlardı. O günlerin anısına bir gazoz açtım bir de plak, Sezen Aksu’dan, başlıyorum yazmaya.
Aşklar da bugünlerden farklı yaşanıyordu o yıllarda, Ulaş’ın gençliğinde bunu çok güzel bir şekilde görüyoruz. Utangaç, çekingen, duygularını ifade edemeyen, kızaran. Herkes böyle değil miydi? Ya mektup yazar, ya da bir arkadaşımıza söylerdik bir başkasını sevdiğimizi, filmde de aracımız karışık kaset! Ulaş, İrem’in omzuna başını koyduğu anı arkadaşına anlatırken yaşadığı heyecanı hatırlamayan var mı? Başını omzuna koymuşsa zaten artık çıkıyorsunuzdur, aşklar bu kadar sade, naif ve inceydi. İnsanın içi titrerdi, tıpkı o küçük çocukların birbirlerine söyleyemediği titremeler gibi.
Bir veda anından sonra karşımıza 2000’ler çıkıyor ve tüm film aslında burada kopuyor. Çocukluk hikayesinden sonra karakterlere dair çok az şey öğreniyoruz. Filmde ne mutlulukları var ne de yalnızlıkları. Bu kadar iyi başladıktan sonra bu kadar sönük bitmemesi gerekirdi. İrem ile Ulaş’ın kitapçıda karşılaşmaları, eski günleri hatırlamaları. Tekrar ayrılıkları ve 2010’da buluşmaları. Arkadaşlarının düğünü, kavgalar, iniş çıkışlar ve sonrası.
İkinci yarıda eksik ve rahatsız edici birçok şey var bana kalırsa. Ayrılıklar, ah bu ayrılıklar. Ayrılık dönemine dair neredeyse hiçbir şey yok, birkaç hüzünlü bakış, 1 dakika bile sürmeyen boşluklar. Ulaş ne yaptı, İrem ne yaptı, hiç bilmiyoruz. Ulaş düğünden kovulduğu sahnede 30 yılımı verdim ben ona demesini biliyor da biz bilmiyoruz. Ayrılık acısını arkadaşıyla paylaşırken hayattan ne kadar koptular, hatta hangi şarkıları dinlediler? Bu kadar müzik odaklı bir filmde bu konuya birkaç bölüm ayrılmalıydı. Keza İrem tarafında da böyle, hayatında büyük iniş çıkışlar yaşandığını sonda öğreniyoruz ama filmde mutsuz bir yatak sahnesi hariç bir detay yok. Oldukça soyut ve basit bir şekilde işlenmiş. Film sadece 90 dakikadan biraz fazlayken bunların üzerinde durulmaması hiç iyi olmamış.
Diğer yandan Bülent Emin Yarar’ın oynadığı bir baba var ki, filmin en sağlam karakteri. Başrol oyuncularını gölgede bırakmayı geçin o karakter için bile ayrıca film çekilmeli. Ben Ulaş’tan çok Ali Baba’nın karakterini merak ettim, yıllarca biriktirdiği hayallerini bir kitapla ölümsüzleştirmek isteyen, bunun için ailesinden kopan, dış dünyadan uzaklaşan, tamamen müzikle dolu bir hayatı. Her plaka gösterdiği özen, 1960-1980 arası şarkılarına duyduğu sevgi ve saygı. Yazdıklarını beğenmemesi, birikimini yeterince yansıtamadığı için üzülmesi ama yine de çabalamaya devam etmesi. Çalışma odası bile başlı başına bir müzik mahzenini andırıyordu. Filmde geçen kitabın hikayesi gerçekten bir filmi hak ediyor bence. Oralarda bir yerlerde onun gibi insanlar hala var mıdır acaba? Yan karakterler hakkında neredeyse hiçbir şey göremiyoruz dedim ya, en azından babası ile olan ilişkisine dair birkaç şey daha öğrenseydik. Çünkü 2000’li yıllardaki sahnelerde aralarının biraz limoni olduğu ve kitap meselesi yüzünden tartışma yaşadıklarını görüyoruz. En azından ikisi arasında psikolojik durum es geçilmese daha iyi olurdu.
Özge Özpirinçci oldukça sevimli olmuş. Ancak Sarp Apak nedense biraz şey olmuş. Bilemiyorum, belki bu filmlerin oyuncusu değildir, bu kadar duygu dolu bir filmin altından kalkamadığını düşünüyorum. Bir de küçükken bembeyaz olan çocuğun azcık büyüyünce kararması hiç olmamış. Oyuncu seçiminde farklı bir isim düşünülebilirdi. Filmin en duygusal sahnelerinde bile Sarp Apak o anı yaşıyor hissini veremiyor. Bülent Emin Yarar’ın şarkılarla ilgili konuştuğu sırada gözlerindeki heyecanı görüyorum, bir de 10 yıldır görmediği çocukluk aşkını öperken bile duvar gibi duran Sarp Apak’ı… Kitabı babasına götürdüğü sahnedeki duygusuzluğu… Ne diyeyim bilemedim, hiç olmamış.
Sanıyorum film için biraz acele edilmiş, ortaya daha özenli ve detaylı bir film çıkabilirdi. Gerçekten çok iyi bir hikaye biraz soyut kalmış. Bu durum romanı daha da merak etmeme yol açtı, günün birinde romanı okur ve üşenmeyip bu yazıyı gözden geçirirsem daha sağlıklı yorum yapabilirim belki. Ancak yine de sadece filmdeki şarkılar için bile izlenebilir gerçeğini değiştirmiyor söylediklerim. Ama insan üzülmeden edemiyor, gerçekten güzel bir film olabilecekken, erken ve eksik bir film çıkmış ortaya.
Ah az daha unutuyordum. Sevgili Ulaşçım, eşek oğlum benim. O kitaba kendi adını vermek de ne oluyor ha benim dana evladım. Ayıp değil mi bu?
Bir de Ali Baba’nın çalışması “Şarkılarla Hayatımız” gerçekten kitap olsa harika olmaz mıydı?
İnsan böyle şeyleri istiyor ya!