Ne uzun zaman olmuş yahu şuraya girmeyeli, son yazdığım blog yazısına bakıyorum da 6 sene olmuş. Bence 6 senedir buranın hala var olmaya devam etmesi bile başlı başına bir şeydir. Hatta buranın kendisi değil 2024 yılında hala blog diye bir şeyin var olmaya devam etmesi bile bence büyük bir olay sayılmalı. Artık her şey o kadar hızlı ve basit ki ne yazmaya zamanımız var ne de okumaya aslında. Hatta bir süre önce izlemeye de sabrımız olmadığına karar vermiş olacaklar ki adına reels dedikleri bir şey bile çıkardılar. Neyse bunlar bizim konu dışımız ama işin aslı son 6 yıldır birkaç instagram postu hariç hiçbir şey yazmadığımdan olsa gerek bir konuya nasıl giriliyordu unutuvermişim bile.
Her şeyden önce pek tabii ki alışkanlıklarımızı değiştirmedik ve bu yazıya özel bir playlist hazırladık. Ancak buna tabii ki herhangi bir erişiminiz olmayacak, bunda üzülecek bir şey yok takılmayın bu kadar. Ne diyordum başlığımızdan da anlaşılacağı üzere bir yere ait olamamak üzerine konuşmak istiyorum ama henüz playlistim beni başlamak için yeteri kadar havaya sokmuş değil, az biraz bekleyin; biraz sonra başlarım.
Ama başlamadan önce ne zamandır aklımda olan bir şeyden bahsedeyim müsadenizle. Biliyorsunuz Eylül Görmüş diye bir hanımefendi var; programlar yapıyor, kitaplar anlatıyor, kendisi bizim jenerasyondan olduğundan torpilli; kimi görsem açın izleyin diye anlatıveriyorum kendisini. Yaptığı programında konuklarının hayatına dokunan “şeyler”den bir akış izliyoruz. Benim çok sevdiğim bir konsept oldu bu çünkü ben de naçizane hayatındaki “şeyler”e anlamlar yüklemeyi seven, saklayan, koruyan bir kişiyimdir az çok biliyorsunuzdur. Yıllardır aklımdaki “şeyler ve hikayeler” konseptinin canlı halini görmek beni çok heyecanlandırdı. Yıllardır içimde büyüyüp duran bu şeyleri kayda alma isteği iyice alevlendi. Hatta bir ara (2014) hatırlarsınız Kaybolan İstanbul adlı yazımı, Binalar ve Hikayeler adlı bir projeye evrilmesini hayal etmiştim ama sadece hayal aşamasında kalmıştı. Bu kadar büyük planlar yapmayı sevmiyorum; bir de şey var evet, üşenmek. Temel olarak kanepeye oturduğunda kumanda masada kalmışsa o gün televizyonu açmayan bir kişilik olduğumdam mütevellit hayal kurmayı severim ama bunları başarmak konusunda o kadar iyi değilim malum. Ama bir şeyi demeden de geçmeyeceğim, ne zaman bir kitapçıda buna benzer bir çalışma görsem “ulen bu benim projeydi adamlar yapmış abi” demekten alamıyorum kendimi. Neyse işte ben de bir ara -bakarsınız 6 sene sonra felan olur o da, bu şeyler ve hikayeler üzerine konuşup bir nevi hayatımdan akılda kalanları kayıt altına almak istiyorum. Böylelikle sizin için hiç önemli olmayan bu şeyleri okuyup hayatınıza kaldığınız yerden devam edebilirsiniz, bu arada ben de durup durup aklımın bir yerlerine gelip duran bu duruma bir son vermiş olurum.
Şarkıları sevmedim ya, eskiden daha iyi şarkılar mı vardı ne arşivimde, bir dakika geliyorum hemen. Neyse Sezen Aksu always good idea şiarından yola çıkarak artık son halini verdim. Zira geç kalıyoruz hadi artık.
Ne diyordum, bir yere ait olamamak. Evet söylemesi ne kadar da kolay, ama yaşaması garip bir hal. Genellikle üşenir sonda söyleyeceklerimi başta söylerdim ama bu sefer öyle yapmayayım. Kırk yaşına kalan yılların otuz yaşına olan uzaklığından daha az olduğu yaşındayım. Bu yılları Türkiye’nin üç farklı şehrinde geçirdim. Peter Jackson hayatımı bir üçleme haline getirse çocukluk, gençlik ve yetişkinlik olarak üçe ayırırdı herhalde. Tüm bu 3 evreyi de farklı şehirlerde geçirdiğim için farklı bir hal aldı bu durum.
Şöyle ki hayatımın ilk on sekiz senesini Trabzon’da geçirdim. Aslında Trabzon’a ben 1 yaşındayken felan gelmişimiz ama sorun yok o seneleri pek hatırlamıyorum. On sekiz yaşından sonra üniversite okumak için (üniversite okumak da neyse) Ankara’ya gittim. Orada da beşi lisans sonra yetmezmiş gibi ikisi yüksek lisans, gitmeli gelmeli hadi üç diyelim toplam sekiz sene geçirdim. İstanbul’a geldiğimde takvimler 2013 yılının mayıs ayını gösteriyordu. O günden bugüne 11 senedir de senenin en az yarıdan fazlasını bu şehirde geçirmeye devam ediyorum. Baktığınız zaman çok güzel bir çocukluk geçirdim. KTÜ kampüs bir çocuk için cennetten bir köşeydi desem yeridir, o derece güzeldi. Yapılmadık spor aktivitesi, kışın karı, yazın havuzu her şey elimizin altında. Ağaçlardan meyveler, mahalle maçları, özel klüpler, kavgalar. Ne ararsan işte adını sen koy. Hala görüştüğüm harika arkadaşlıklar, asla eskimeyecek, yıllar boyu görüşmesen bile tekrar görüştüğün anda o ilk günkü samimiyete hemencecik dönebildiğin, günümüzde asla olamayacak kadar sağlam bağların olduğu dostluklar. Buraya kadar her şey güzel. Trabzon benim hatıralarımda her zaman özel bir yer olmaya devam edecek. Bize her yer Trabzon goygoycu yapacak değilim ama artık siz de kabul etmişsinizdir biz biraz farklıyız yav. Neyse konuyu dağıtmayalım. Her şey güzeldi ama dediğim gibi Trabzon benim için 90’lı altın yıllar ve çocukluğumdu, yıllar sonra şunu farkettim. Beni meydandan al, gözlerimi kapa, 5 km bir yere götür bırak, nerede olduğumu bilmem. Çoğu yerin varlığından haberdar bile değilim. Dolmuşlarda gördüğüm dolmuşlar Erdoğdu, Yeni Cuma, Yeşiltepe bilmem ne bir yerlere gidiyorlar ama farkettim ki benim Trabzon’um kampüs, meydan ve liseyi okuduğum Fatih çevresinden ibaret gibi. Diğer yerlere dair ne doğru bir yaşanmışlığım ne de bir hatıram var. İtiraf edeyim Trabzon’u her geçen sene daha az özlüyorum. Malum babam KTÜ’den emekli olduktan kampüsten taşınmak zorunda kaldık. Sanırım bana asıl darbeyi vuran bu oldu. Bir de işin komiği Kalkınma’ya taşınmış olmamız, ben bir KTÜlü olarak çocukluğumun düşman mahallesine taşınmış artık öteki olmuştum resmen. Babam emekli olduktan sonra uzun bir süre fırsatım olmasına rağmen Trabzon’a gitmedim. Sebebi belliydi aslında, artık gittiğim ev de benim evim değil gittiğim Trabzon da benim değildi. Gerçi kampüs de artık bizim değil ya o konuyu hiç açma 1noluyu basketbol sahasına çevirdikleri gün yaşadıklarımı ben bilirim. Esasında bir gece vakti aniden doğan “Adamın Gol Diyo” hikayesinin çıkış noktasıdır belki. Dur bak şimdi aklıma geldi aslında. Bu sitenin bir yerlerinde “90’lar” diye bir menü olduğuna eminim, sekiz sene önce felan oluşturuldu muhtemelen. Aslında amaç sanırım yıllar sonra doğan “Adamın Gol Diyo” gibi mini hikayeleri kayıt altına almaktı. Dursun bakalım elbet orası da bir gün amacına hizmet etme şansı bulur belki. Bir diğer yandan şehrin yaşadığı sosyo-kültürel kaybı da gözardı etmemek gerek, bir de şey var biliyorsunuz, artık Trabzonluyu ötekileştirmek çok moda ve çok kolay. Haklı ya da haksız olmanın bir önemi olmaksızın her zaman öteki ve düşmanız. Evet yine büyük ustalıkla konuyu dağıtmayı başardım ama aşağı yukarı anlamışsınızdır demek istediklerimi. Çocukken çok güzel bir hayatımız vardı ama çocuk olmanın gereği bu hayat küçük bir alanı kapsıyordu.
Sonra biraz büyüdük zor da olsa üniversite denilen oluşuma kapağı attık. Aslında yıllar boyu üniversite ile iç içe yaşamış biri olarak alışılmış bir tecrübeydi denebilir. Ama burada artık büyüdük ve Ankara’daydık. Ankara’ya üniversiteden önce birkaç kere gelmiştim. Genellikle gidilen tatiller için bir durak noktası olur birkaç gün vakit geçirirdik. Babam üniversiteden önce MTA’da çalıştığı için onun da hayatının bir kısmı Ankara’da geçmişti. Biz de o tatile gidilen yazlarda öğrenmiştik Ankara’yı. Her sene Çukurambar’ın önünden geçerken babamın ben MTA’da çalışırken burdan bırak parayı köylüye söylesen istediğini bedavaya istediğin tarlayı verirdi hikayelerini az dinlenemedik. Günde iki araba geçermiş oradan biri ODTÜ’ye diğeri de MTA’ya arabaların kaldırdığı toz saatlerce havada kalırmış. Her seferinde şaşırmış gibi yapıp ulen bir tarla çevirsen şimdi trilyonerdik şakaları yapılırdı (paradan altı sıfırın atılmadığı akpsiz altın yıllar)
Ankara’ya adapte olmak çok zor olmadı. Zira Trabzon’daki çocukluk arkadaşlarım da benle beraber büyüdüğü için üniversite sınav sonuçları birçoğu Ankara’ya gelmişti. Aslında üçe ayrılmıştık, Trabzon’da kalanlar, Ankara’ya ve İstanbul’a gidenler olarak. Sanırım daha önce Ankara’ya gelmiş olmanın etkisiyle ve İstanbul’un korkutucu büyüklüğünü de katarak ben tüm üniversite tercihlerimi Ankara’dan yana kullanmıştım. Şimdi düşününce doğru mu yapmışım, ne bileyim. Neyse ne diyordum, hali hazırda bir sürü çocukluk arkadaşım da Ankara’da olduğu için gayet güzel bir hayatımız vardı. Okul bazen iyi bazen kötüydü. İlk sene yurtta sonra arkadaşlarla evde, en sonra nerde çokluk orda bokluk olduğu için uyuşmazlıklar sonucu tek başıma eve çıkmıştım. Ama hepsi güzel tecrübelerdi. Üniversitede çok güzel arkadaşlıklar edindim, çoğunluyla artık eskisi kadar görüşemiyorum ama eminim görüştüğümüzde eski samimiyetimizi hemen yakalayacağım çok güzel dostlarım var. Size bir önerim var dostlar, bence elinizden gelirse üniversite okuduğunuz şehir ile çalışacağınız şehir aynı olsun. İşiniz çok rahatlar. Hali hazırda edindiğiniz bir tecrübe sonucu mutlu mesut yaşarsınız benden söylemesi. Evet ne diyordum, ah Ankaram, Bahçelievlerim, arşınladığım sokaklarım, Tunalım, Cebecim, Kızılayım, Kuğulu Parkım. Her yerinde bir anı, hatıra. Hiçbir zaman unutulmayacak çok güzel günler yaşadım. Birçok ilkin yaşandığı benim gri güzelim. Bugün bile hala gri bir şehir gördüğümde bir Ankara değil diye hayıflandığım. Unutmayın dostlar İstanbul’un en güzel Ankara’ya dönüşüdür. Ankara hayatıma sekiz koca sene kattı, bugün ne olduysam bunda inanılmaz bir katkısı vaı. Bana sevmeyi, üzülmeyi, sevinmeyi, tek başına hayatta kalmayı öğretti. Asla değişmem. Şimdi bokunu çıkarma diyeceksiniz ama biri bana sonra Ankara’yı mı daha iyi biliyorsun Trabzon’u mu vallahi Ankara diyeceğim çekinerek de olsa. Yani şimdi abartmıyorum tabi ama öğrenciyken gittiğin yerler okul, ev, vs belli bir çevrede oluyor. Yaşadığım yer çok merkezi olduğu için Emek, Bahçelievler, Yüz Yıl, Beşevler, Tandoğan (o değil de artık Anadolu olmuş ama neden bilmiyorum) avucumun içi gibi bildiğim mahallelerdi. Kızılay, Sıhhiye zaten allahın emri bilmeme ihtimalin yok. Ankara’mızın Champs Elysee’si Tunalı, az yukarı Küçükesat felan oralar da tamam. Yüksek lisans dolasıyıla Cebeci tarafları da cepte, yani baya bir yerde de arkadaşlar olunca düşünüyorum da baya baya ortamlarda Ankaralıyım der geçerim kimse de sesini çıkaramaz. Ama her şeyin yanında yirmili yaşların büyük kısmını geçirdiğim Ankara kendimi her zaman huzurlu hissettiğim bir yer oldu benim için. Şimdi oraya dönmek için cesaretim var mı emin değilim ama daima mutlulukla anacağım bir yer olacak benim için. Teşekkürler Ankara, teşekkürler dostlar.
Yani bok mu vardı İstanbul’a geldin dediğinizi duyar gibiyim ama inanın ben de bilmiyorum. Geriye dönüp bakıyorum onikinci yılımı geçiriyorum İstanbul’da. Şimdi tam bir kaos gibi dursa da bence şu an buraya alıştım diyebilirim. İlk senemi hatırlıyorum da, İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım yurt dışına dil okuluna gittiği için evi direkt olarak bana kalmıştı. Allahtan da kalmış yoksa ben burada ev felan bulamazdım. Zaten sonraki 5 senede 6 ev felan değiştirdiğimi düşününce ne de haklıymışım. Arkadaşlar size benden tavsiye İstanbul’a taşınacaksınız adresiniz Şişli olmasın benden söylemesi. Yirmilerin ortasında geldiğim bu semtte her ne kadar bordrolu bir işçi olsam da hala mayıs-ekim arası şort giyen, hiç acelesi olmayan, gayet üşengeç bir insandım. Gerçi hala mayıs-ekim arası şort giyip üşengeç bir insanım ama konumuz bu değil. Ankara’dan sonra İstanbul’a gelmek bende büyük bir şok etkisi yaratmıştı. Şimdi hatırlıyorum bir yerlerde buna dair biz yazı yazılmıştır kesin on sene öncesinde felan. Hatta hatırlıyorum şöyle bir şey yazdığımı. Türkiye’deki tüm nezaketsiz ve kaba insanlarını bir şehre toplamışlar; adına da İstanbul demişler diye. Hala favori simitçim olan simitçiden simit almaya çıktığımdaki kalabalığı ve aceleyi şimdi düşünüyorum da. Kimsenin kimsenin yüzüne bakmadığı, müthiş bir sosyal rekabetin olduğu, her daim herkesin acelesi olan bir yer düşünün. İşte böyle bir yerdi Şişli. Bakın on iki sene öncesinden bahsediyorum. Hem nüfus hem de genel kalabalık bügüne göre çok çok az olmasına rağmen öyle. Bugüne dair yorum dahi yapmıyorum çünkü artık İstanbul her anlamıyla kaybedilmiş bir şehir.
Dur yine dağıtma konuyu, Ankara’dan İstanbul’a gelmiştim ama gözüm hep Ankara’daydı, tamamlayamadığım okulum olsun bir şeyler bulup en azından birkaç ayda bir Ankara’ya gitmeye çalışıyordum. Her açıdan bana iyi geliyordu. Oradaki evimizin duruyor olması büyük bir artıydı benim için. İstanbul’daki sağanaktan sığınacak bir liman gibiydi Ankara. Ah Ankaram ya, yerim ballarını. İstanbul’un hem kendisinin bir sorun olması bir yanda hem de yeni bir şehirde yaşadığım sosyal yokluk çok acı vericiydi. İşin aslı İstanbul’da da birçok arkadaşım vardı ama hem artık çalışan insanlardık hem de İstanbul’un Ankara gibi pratik bir şehir olmayışından dolayı görüşme sıklığı asla istenilen düzeyde olmuyordu. Gerçekten sanırım İstanbul’un en büyük sorunu bir yerden bir yere ulaşılamamasıydı. O zaman da yardımıma şehirde turist olmak geldi. Sanırım gezmekten en çok keyif aldığım yıllardı 2014-2016 arası. O zaman mimarlık ve sanat tarihine olan ilgim arttı. Tarihi yarımadayı, Beyoğlu’nu, Kadıköy’u bina bina gezdim. Notlar aldım, hayaller kurdum. Yukarıda değindiğim Binalar ve Hikayeler adlı projenin ölü doğan tohumlarının atıldığı yıllardı. Bana çok iyi gelmiş yaşadığım karmaşaya büyük yardımcı olmuştu. Bugün hala gördüğüm her tarihi binanın bende yarattığı heyecanı o senelerdeki gezilerime ve okumalarıma borçluyum. İş harici yapacak bir şey olmadığı için saatlerce yürür, yeni şeyleri keşfetmeyi çok severdim. Bir keresinde Tahtakale’de tarihi hanları dolaşırken bir oyuncakçıda gördüğüm ve şu an hala hala dolabımda sakladığım çocukluğumuzun vazgeçilmezi Yuma Aile Oyunları’nı gördüğümde yaşadığım heyecanı hala anımsar mutlu olurum. Çalıştığım yerin düzgün bir mesai düzeni olmamasının avantajlarını daha çok seyahat ederek, okuyarak, yazarak geçirdiğim senelerdi, güzeldi, güzel. O sıralar artık İstanbul’da işten sınırlı da olsa bir çevre edinmeye başlamış yalın hayatıma biraz daha renk katmıştım.
O arada evine yerleştiğim arkadaşım İstanbul’a geri döndü ve yeni bir ev arayışına girdik. Derken yine şans yüzümüze gülmüş bir başka arkadaşımızın çıktığı Acıbadem’deki eve yerleşmiştik. İşte o zaman başladı Kadıköy yılları. Her bir kafesine, köşesine, çarşısına vurulduğum güzel Kadıköy keşifleriyle geçti yıllar. Ayrıca Acıbadem’in mahalle kültürünün Ankara’daki Bahçelievler’e çok benzemesi iyi gelmişti bana. İki iyi sene geçti orada. Sonrası da oradan buraya. Neredeyse her sene başka bir ev. İnanmayacaksınız şu an 5 senedir aynı yerde oturuyorum. Bazı yerleşememe problemleri yaşıyorum hala evet ama en azından İstanbul’un kaosundan bir nebze uzakta daha huzurlu bir hayatım var diyebilirim. Geriye dönüp geçen on iki seneye bakınca İstanbul’un bana kattıklarının aldıklarından fazla olduğunu düşünüyorum. Haksızlık etmeyelim. Onca mutlu an, sevinç, hüzün. Hepsi burada yaşandı ve çok kıymetliydi. Beni normalde olduğumdan daha iyi yapan, hayata baktığım pencereyi değiştiren yıllar geçirdim. Ama bahsetmek istediğim bu kişisel konular değil elbette. Son zamanlarda bir yoksunluk içindeyim. Bu aidiyet meselesi kurcalıyor içimi. Kendimi ait hissedemiyorum hiçbir yere. Bunun sebebi nedir emin olamıyorum. Aynı yarısının dünyanın başka yerlerinde gecesi gündüzüne karışık geçirmek mi bilmiyorum. Ama ruhumun bundan yara aldığını hissedebiliyorum. Çoğu şey için daha az heyecanlıyım. Yeni tecrübelere daha az açığım. Bilemiyorum. Ama bak sanırım geçen sene felandı, yurt dışında bir iş başvurusu yapmış, ilk birkaç aşamasını da geçmiştim. Aslında gitmek konusunda ciddi değildim fakat kendimi denemek istemiştim. Ama bu öyle bir virüsmüş ki daha başvuru yaptığım anda içimi bir ürperti kapladı. Oraya yerleşme fikri içimde bir sıkıntı doğurdu. İlk o zaman aklıma düşmeye başladı bu hatırlara ve bir yere ait olamama hissi. Sadece bir fikir bile içimdeki ürpertiyi canlandırdığı için hemen süreci sonlandırmıştım. İyi ki de öyle yapmışım, büyük rahatlık gelmişti. Onca senenin ardından yeni bir şehirde ne yapardım diye düşünüyorum. Hem de yurt dışında bizimle alakasız bir kültürde, o kadar yabancı olarak. Aman aman hiç olmamış gibi yapacağım.
Şimdi saklamanın anlamı yok, insanlar büyüyor, gelişiyor ve farklı düşünmeye başlıyor. Bu süreçte herkesin öncelikleri farklılaşıyor. Sizin beklentinizle başkalarınınki aynı olmayabiliyor. O zaman bir yerde yanlış mı yaptım diye düşünüyorsun ama genellikle iş işten geçmiş oluyor. Hayatımın iki önemli dönemi geride kaldı, bunlar beni ben yapan yıllardı. Şimdi o yıllardan da o şehirlerden de uzaktayım. Şimdi üçüncüsü de sanırım bitiyor; çünkü içten içe değiştiğimi hissediyorum. Farklı şehirler, farklı insanlar, farklı hikayeler. Hep bir değişiklik, bu değişiklik iyi mi kötü mü emin olamıyorum. asla. Bu yıllarım bir çuvalın içine tıkılmış gibi. Her yerden başka sesler duruyorum. Ama tüm bunlar için vaktim ve isteğim var mı bilmiyorum yine. İşin içinden çıkılamayan bir durum. Yeni insanlar tanımaktan kaçınıyorum mesela. Sohbetlerim daha yüzeysel. Çünkü artık yeterince bölünmüş hayatımı daha fazla bölmek istemiyorum. Zaten bu bölünmüşlük hissi yeterince yoruyorken ne yapacağımı bilemiyorum. Bunların bir yere ait olup olmamakla ilgisi var mı bilmiyorum aslında. Ama bazen düşünüyorum hayatımın geri kalanını Trabzon’da geçirseydim ya da Ankara’dan İstanbul’a hiç gelmeseydim hayatım nasıl olurdu diye. Daha doyurucu bir hayat olur muydu? Yoksa hep bir şeye yeniden başlamanın sancısını mı çekerdim yine? Hep bir bölünmüştük, hep bir yarım kalmışlık, hep bir gelince mutlaka görüşelim temennileri. Ailenin yaşlanmasını uzaktan izlemek, pazar kahvaltılarının özlemi…
Neyse efendim, ne diyordum. İnsan gerçekten hayret ediyor…