Dinlenilmeye kıyılamayan şarkılar vardır eskitmemek için, okunamayan kitaplar… İnsan sadece ben bileyim diye bir bencilliğe bile girebilir. Hoş karşılanası bir durum. Bunun sebebi biraz da korkmaktır aslında, sevdiğin bir şarkıyı, kitabı ya beğenmezse diğerleri, kötü şeyler söylerseler… Bir meta olmasına gerek yok, yeri gelir bir pasta olur bu, şık bir kafe, keşfedilmemiş yürüyüş rotaları, harika bir manzara, çakıl taşlarının ayağınızı acıttığı bir deniz kenarı. Kısaca sizin dünyanızdan bir köşe… Sanırım Leylim Leylim de öyle bir şey benim için, kıyılamayan…
Yaklaşık 1 yıl öncesi, yine boş günlerimden birisi, pazar. Her zamanki yürüyüş rotamdayım, Harbiye üzerinden Taksim’e, önce Mephisto’ya sonra Ada’ya ve eve dönüş, aşağı yukarı iki buçuk saatlik bir tur. Üzülerek söylüyorum ki bu rotayı gerçekleştiremiyorum artık, Ada birkaç ay önce ayrıldı İstiklal’den, o eski günler yok artık.
Yazar okuru olmadım hiçbir zaman, bir yazarın çıkacak kitabını dört gözle beklemedim. Kimse de beklememeli zaten, kitap okuyucusu olmalı. Ahmet Ümit mesela, bir kitap yazdı ve geri kalan hepsi birbirinin kopyası kimliksiz kitaplar. O yüzden dolaşırken dikkatimi çeken bir kitap oldu mu, rastgele bir sayfa açar okurum, eğer aynı sayfada kalırsam bırakırım, ama birkaç sayfa okumaya devam ediyorsam, o kitaba şans vermeliyim demektir.
Leylim’in hikayesinde durum da fena, hali hazırda Leyla Hanımefendi’nin zarif fotoğrafıyla süslü kitabı görür görmez insanın içinden bir şeyler kopuyor. Peki ya ilk okuduğunuz satır şu ise;
“Nasılsın? diye sormak, söyleyecek sözü olmadığından vakit kazanmak istemekmiş. Hiç düşünmedim. Üstelik sana söyleyecek sözümün olmaması felaket olur benimçin. Gene de sorabilirim di mi canım? İyisin, mutlusun ve güzel.”
Üzerine söylenecek bir söz var mı bilemiyorum. O an bulunduğun yerden uzaklaşmak gibi bir şey. Aslında bu biraz da yaşanmışlıklarla ifade edilebilecek bir durum, herhangi bir kimse için hiçbir şey ifade etmeyebilir bu sözler, bundan daha doğal bir şey de olamaz zaten. Tamamen bireysel bir mesele.
Bir süre okuyamadım Leylim’i, daha sonra okudum, okurken bitmesin diye baştan başladım. Sonra bir kez daha, ama asla sonuna kadar okumadım. Arkadaşlarıma önerdim, hediye ettim. Onlar da okusun istedim.
Geniş bir Ahmed Arif portresi sunuyor bu kitap. Bir büyük aşkın, dostluğun…
Şimdilerde ne aşk kaldı, ne de dostluk. Bugün birini seven, yarın başkasını sevebiliyor rahatlıkla, ardına bakmadan, yaşanmışlıkları bir günde silerek. Dilimizin bir zenginliği var, kelime anlamı aynı olsa da arkadaş ile dostu farklı yerlere koyuyoruz. Birçok arkadaşımız var belli ki, ama gerçekten kaç tane değerli dosta sahibiz. İşin aslı 21. yüzyılda dost kime deniyor?
Kitap hiç bitmesin dedim ya, işte hep bundan. Bir insan nasıl bu kadar sevebilir diye merakımdan. Okurken aldığım keyiften, mutluluktan ve hüzünden. Sonra bitti. Ama tekrar okudum, kaçırdığım yerler çarptı gözüme. Bazen kendi yaşantımdan kesitler… Karşılaştırmak cürretini ve nezaketsizliğini gösterecek değilim, ancak bazı yerlerde buruk bir gülümseme kapladı yüzümü.
Mektuplar olabilecek en temiz ve naif duyguları içerir. Ne yazık ki günümüzde çoktan unutulan bir sevda açılmasıdır. Tamamen iki kişi arasında, tüm gerçek duygular açığa çıkar. Yazması ayrı keyif, okuması ayrı keyif verir ve bazen de hüznü ve gözyaşını getirir beraberinde. O yüzden çok kıymetlidir mektuplar. Büyük aşkları, dostlukları, kavgaları okuruz kimi zaman, bazen de mutluluk ve barıştır kağıda dökülenler. Gerçek olan tek şeyse birilerinden mektup almanın dünyanın en güzel duygularından biri olduğudur.
Leylim Leylim edebiyat dünyamızın iki büyük ustasının hayatından kesitler sunuyor bize. Sadece hayatları değil, dostlukları, aşkları, hüzünleri ve kavgalarıyla, dahasını. Ahmed Arif ile Leyla Erbil’in hiç bitmeyen… 1950’li yıllarda birbirlerine atılan mektuplara Leyla Erbil’in arşivinden ulaşıyoruz. Ne yazık ki Leyla Erbil’in gönderdiği mektuplar ortada yok. Ama yine de ikili arasındaki büyük tutku, dostluk ve aşkı Ahmed Arif’in satırlarından okuyabiliyoruz.
O hasretinden prangalar çürüten koca yürekli aşık adam. Gerektiğinde sessizce çekilebilecek kadar çok seviyor Leyla’sını.
Satırlarda kimi zaman gülümsemeyi, bazen hüznü, dönem dönem etkisini kaybetse de hiç sönmeyen büyük bir aşkı, aynı zamanda çaresizliği okuyoruz. Leyla Erbil’in anlatımıyla Ahmed Arif ona daima aşıktı ve her zaman bekledi, ancak duyguları karşılıklı değildi. Her ne kadar Leyla Erbil böyle söylese de okuyanların fark edeceği üzere aralarındaki ilişki her zaman dostluktan fazlaydı.
Satır araları büyük aşığın kelimelere sığdıramadığı duygular ve karşılık bulamadığı aşkın hüznüyle dolu. Aşk ve dostluk ikilemi mektuplarda sıklıkla hissettiriyor kendini. Bazı yerlerde “sevgilim, canım” diye biten mektuplar bazen “arkadaşım, kardeşim” diye bitiyor. Ama arkada gizlenmiş duyguları her koşulda anlıyorsunuz. İşte Ahmed Arif’in ne kadar duygusal bir adam olduğu da burada çıkıyor ortaya. Leyla’sını kaybetmemek için dostluğa razı oluyor deme hadsizliğini gösterecek değilim. Sessizce kabul ediyor bazı şeyleri, şiirlerinde hayat buluyor bu çaresizlik. Çünkü o dostluk bile zor günler geçiren Ahmed Arifi’in hayata tutunmasına yardımcı oluyor. Sonraları Ahmed Arif’in gel-gitleri, tekrar kendine hakim olamayıp sevdiğini ve her şeyi göze aldığını söylemesi. Bir türlü dizginleyemiyor bu aşkı. Her mektupta başka bir umut, sonsuza dek bekleyebilecek bir aşık. Sevmek en büyük erdemlerden biri, hele yıllar boyu değerini yitirmeden karşılık beklemeden sevmek? Ahmed Arif aynı zamanda kabullenmiş bir aşık, Leyla’nın gelmeyeceğini biliyor ama ona şiirler yazmaktan ve aşkını anlatmaktan asla vazgeçmiyor. Hiçbir zaman da umut etmekten geri kalmıyor.
Sonrası malum; Leyla Erbil’in evliliği, aralarının bozulması ama birbirlerine yazmayı hiç bırakmamaları. Arada tarihsiz mektuplar… Leyla Erbil’in Ahmed Arif’e çok kızdığı bölümler, orası bana kalırsa kitabın en ağır bölümlerini oluşturuyor. Hele Ahmed Arif’in madde madde gönderdiği ve hayal kırıklığını ifade ettiği bir mektup var ki her bir satırda yaşanan duygu yoğunluğunu anlatabilmek mümkün değil.
Yalnızca büyük bir aşk değil tabii aralarında geçen, dostluğun yanında dönemin edebi ortamı hakkında da çok güzel noktalar var. Ahmed Arif’in uğradığı sansürler mesela, şiirlerinin kırpılması, buna isyanı. Sürgün yılları, mahkeme süreci, Ahmed Arif’in Leyla Erbil’i yazıya teşviki…
“Benim aziz Leylam, sevgili belam. Ya sen olmasan, ben ne bok yerim, neye yararım? Manasız bir otomatisme’in, manasız bir fiziğin, kahrolası boşluğunda, ben garip, ben duyan, ben yirmi dört saatte, yirmi dört bin parça olan, ne yapardım?”
“Ben iyiyim. O i….lerden henüz bir haber çımadı. Beklettiklerine göre, sonu iyi sanırım. İyi olmasa da takmam. Her dilediklerini yapsınlar. İsterlerse sinirlerimi, etlerimi, kemiklerim,, adımı, sanımı, cımbızlarla tek tek alsınlar. Unuttum. Korkmayı, sakınmayı. SENİ ALAMAZLAR BENDEN. Tılsım bu işte. Ayakta, fırtına gibi beni tutan bu.”
“Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?”
“Canım benim,
Bilir misin, ‘canım’ dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep.”“Leylım,
Mektubunu geri göndermemi bağışla. Anlayış göstereceğini umarım. Dört sayfalık hakaretine cevap vermeğe ne elim varır ne de yüreğim.”
ve nicesi. Yazıp daha fazla bu duygulara saygısızlık etmek istemiyorum. Gençlik yıllarını Leyla’sından ayrı, hapiste, sürgünde geçirmiş bir yürek o. Aşkına hiçbir zaman karşılık alamamış ama yıllarca sevmeye devam etmiş. Sevgisini içine gömmüş, arkadaşlığıyla hayat bulmuş. Duygularını asla gizlememiş, olabilecek her yolla ifade etmiş. En bilinen, en sevilen şiirler o mektup satırlarında hayat bulmuş, hepsi de Leyla’sı için.
Ayrıca dönemin diğer yazarlarına dair birkaç söylem de mektuplarda yer alıyor. Özellikle Yaşar Kemal ile iyi arkadaş olduğunu görüyoruz. Cemal Süreya ve Sait Faik’e laflar söylemeyi es geçmemiş tabii ki. Çoğu gülümsetiyor.
“Bana Yeni Ufuklar’ın mart sayısını bulabilirsen gönder. İstanbul’a gidince de Yaşar Kemal’i bul. De ki “Ahmet a…s..ecek senin.” Çekinme söyle. Böyle küfürlerime alışıktır o. Memnun olur, kahve içirir sana…”
“Ha, C…. S….’la özel bir anlaşmazlığın yoksa takışmağa değmez. Biçarenin, hastanın biri o. S..ktir et gitsin.”
İçmek,
Gözlerinde içmek ayışığını.
Varmak,
Gözlerinde varmak can tılsımına.
Gözlerin hani?
Duymak,
Gözlerinde duymak üç – ağaçları
Susmak,
Gözlerinde susmak,
Ustura gibi…
Gözlerin hani?
…
Dışarda gürül – gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylım bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana…
…
Seni, anlatabilsem seni…
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…
Leyla Erbil’in gönderdiği mektuplara sıra gelince, kim bilir belki yıllar sonra köşede unutulan kilitli bir sandığın içinden çıkarlar… bu büyük aşkın, dostluğun ve hiç bitmeyen hikayenin karşı tarafını da öğrenmiş oluruz.
Gerçekten kötü bir zamanda yaşıyoruz, ne aşklarımız aşk, ne dostluklarımız dostluk. Günlük koşuşturmalara, gereksiz olaylara kaptırmış gidiyoruz. Çoğunlukla yaşamayı unutuyoruz. Sıklıkla sanıyoruz olmayan şeyleri. Aşkı yanlış anlıyoruz bana kalırsa, bu kadar göz önünde olmamalı. Daha naif, daha sakin, daha kapalı kalmalı bazı şeyler. Kime sorsan aşık, herkes aşktan bahsediyor. Durun bir arkadaşlar, sakin olun. Sevmenin de, unutmanın da zamanı var. Mutluluğun zamanı olduğu gibi. Lütfen her şeyi bu denli tüketmeyin, bu denli basitleştirmeyin. Unutmayın tekrar sevebilmenin de zamanı vardır ve o an gelmiştir belki, tekrar sevmenin ya da unutmanın… Tek yapmanız gereken orada olmak.
Ne diyordum,
Ne mutlu ki bu topraklardan böyle insanlar geçti, onları tanıma fırsatımız olmadıysa da okuma fırsatını bulabiliyoruz. O yüzden Leylim Leylim çok kıymetli bir eser. Her satırı, her paragrafı çok değerli… İnsan düşünmeden edemiyor, bizler bu satırları okuyup saatlerce bu aşkı düşünüyor, üzülüyor ve hayretler içinde kalıyorsak onlar neler yaşamıştır acaba? Gelen her mektupta havalar uçan, cevap alamayınca üzüntüden kahrolan Ahmed Arif’in gerçekten yaşadıkları… Bir kişi,bir insanı daha ne kadar sevebilir acaba, bu büyük aşkı karşılıksız bırakan Leyla Erbil, aslında neler hissediyordur bu yaşananlar karşısında? Onlar neler hissetmiş, neler yaşamıştır…
Güzel duygunun insanları sizi çok seviyorum. Dilerim ki uyuduğunuz yerde mutlusunuzdur, ve her şey yoluna girmiştir, umarım.
“Filinta, beşini sürüyor. Bazen boynu bükük ve sonsuz mahzun, bazen şimşek gibi çakıp gürleyen bir çocuk. Fatoş ablasını ve seni öper. Ben de güzellik, sağlık ve mutluluğunun sonsuz olmasını dilerim.”
Bu yazıyı okuduktan sonra size benim de dostlarıma\arkadaşlarıma hediye ettiğim bir kitabı önerme isteği geldi. Hakan Akdoğan’ın Nü Peride adlı romanı. Üzerine yazılası bir roman.
Tavsiyeniz için teşekkür ederim, not ettim. Sırada çok kitap var ama kışlada bol zamanım olur okumak için:)