İnsan gerçekten kuş misali bir gün orada, bir gün başka bir yerde. Uçakla seyahat etmeye alıştıktan sonra uçakların ne denli büyük bir icat olduğunu anlıyor ve Wright Kardeşler’e teşekkür ediyorsunuz. Abimin düğünü sonrası Hüseyin ve Emrah’ın sinsice bir Van gezisi planladıklarını öğrennince büyük hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur. İnsan gözden uzaklaşınca gezi planlarından da uzaklaşıyormuş demek ki! Bunu bana yapamazdılar ve yapamadılar da! Ancak bir sorun vardı, gidecekleri tarih benim New York’tan dönüşümün sadece birkaç saat sonrasına denk geliyordu!
İşte insan kuş misali, bir gün orada, bir gün burada. New York’tan geleli henüz 10 saat bile olmamışken kendimi Van ucağının boarding kuyruğunda buldum! Yorucu olsa da yolda olmak her zaman bünyeye iyi geliyor. Planımız Van’da buluşmaktı. Ağrı’da doktorluk yapan Hüseyin, gece Trabzon’dan otobüsle Ağrı’ya gelecek Emrah’ı da alıp beraber Van’a gelecek ve beni havalimanından alacaklardı. Tabii ki geç kaldılar, bu benim için şaşılacak bir durum olmadığı için üzerinde durmuyorum bile. Van planımız ise sabah kahvaltısı, öğle Akdamar Adası, gün batımı Van Kalesi olacak şeklindeydi, pazar günü ise Çarpanak Adası’na gidip akşamına geri dönecektik. Ben plan yapmayı pek sevmiyorum, nitekim de gezi planımız benim daha gezinin ilk saatinde ciddi bir şekilde bileğimi burkmam nedeniyle biraz sekteye uğradı. Ama yine de asıl hedefimiz olan Akdamar Gezisi’ni ben acılar içinde olsam da gerçekleştirdik.
Havalimanında arabaya binerken bileğimin boşluğa girip ciddi bir şekilde burkulması biraz keyfimi kaçırdı. Hatta oldukça ciddi gözüktüğü için geldiğim uçakla geri dönmeyi bile düşündüm. Aynı yer de Emrah’ın da daha küçük bir burkulma yaşaması esasında ne kadar şanssız olduğumuz gösteriyor. Neyse yanımızda doktor var diyerek en azından günü tamamlamaya çalıştım. Doktor da doktor ama, ne dersek tedavi olarak “bir şey olmaz” diyor!
İlk hedefimiz tabii ki Van Kahvaltısı!
Kahvaltı için tercihimiz daha önce deneyimlenen ve memnun kalınan Sütçü Fevzi oldu. Kahvaltının lezzet şöleninde neler yoktu ki.
Kavurmalı yumurta, kaşarlı sucuk, menemen, ağır abimiz ballı cevizli kaymak, tereyağlı cacık, sıcak lavaş, kete, otlu peynir, yöresel murtağa. Nefis köy sütünü de unutmamak gerekiyor.
Ben özellikle mükemmel menemene bir parantez açmak istiyorum. Hayatı boyunca yumurta yememiş birisi olarak yoğun domatesli olan ve yumurta tadı gelmeyen menemene lavaşı banarken görüldüm!
Yöresel bir lezzet olan Murtağa, buğday unu ve yumurta ile yapılıyor. Reçel ile beraber yenmesi tavsiye edilir. Hemen solda reçelin arkasında gözüken ise gavut, yumurtasız yapılanı.
Beni asıl kendine hayran bıraktıran ise kesinlikle ceviz reçeli oldu. Kabuğu soyulmamış cevizden yapılan reçel görüntü olarak biraz ön yargıya yol açsa da kıtır kıtır yeniyor. Tadı damakları fethediyor.
Bir parantez de kesinlikle ballı cevizli kaymak için açılmalı. Kahvaltı öncesi ben kaymak yemiyorum diyen bazı arkadaşlar yan masanın kaymağına göz dikti. Üçüncü tabak yetmedi dördüncüsü söylendi. Masa “sen o son lokmayı neden yedin” diye birbirine girdi. Ama ben inanın kaymak yemiyorum normalde! Emrah’a sorsanız o da kesin yemiyordur. Bu kadar bal kaymaktan sonra adaya yüzerek gidebilirim diyenler bile çıktı, o derece enerji patlaması yaptırıyor. Neyseki arkadaşları hizaya getirdik de kano ile gitmeyi kabul ettiler.
Kahvaltı sonrası rotamız Akdamar Adası’na doğru yola koyulduk. Ada şehrin yaklaşık 30 km uzağında yer alıyor. Kıyıya uzaklığı ise yaklaşık 5 km. Kıyadan adaya doldukça kalkan tekneler mevcut. Gidiş – dönüş ücret 15 lira. Adadan dilediğiniz tekneyle geri dönebiliyorsunuz. Adaya giriş ise 5 lira.
Akdamar Adası’nın tabii ki efsane bir hikayesi var. Efsaneye göre Ermeni keşişlerden birinin dünyalar güzeli kızı Tamar, karşı kıyıdaki çobanlardan birine aşık olur. Çoban her gece Tamar’ın yaktığı fenere doğru yüzer ve kavuşurlar. Ancak Tamar’ın gaddar babası kızının bir çobanı sevmesini kabullenemez. (Ah şu babalar, bırakın mutlu olsunlar, ne olur?) Fırtınalı bir günde kızın babası fenerle çobana haber gönderir. Aşkına kavuşacak olmanın heyecanıyla fırtınalı sulara atlayan çoban, gaddar babanın fenerleri adanın farklı yerlerinde yakmasıyla yorulur yorulur ve sonunda gücü hırçın dalgalara yenik düşer. Yenik düşer ama sular onu almadan önce “Ah Tamar” diye bağırır. Ve denir ki o ses tüm gölün etrafından duyulmuştur. Yatağından terler içinde uyanan Tamar kötü bir şey olduğunu anlar, dışarı baktığında fırtınalı hava içine bir ürperti verir. Bir daha sevdiğini göremez ama babasını da sevindirmez, ömrümün geri kalanını adaya kapanarak sevgilisinin gelmesini bekleyerek geçirir. Denir ki bazı geceler hala adanın bazı yerlerinde bir fener yanar, ardından bir yıldız kayar ve fenerin olduğu bölgede gözden kaybolur ve sevenler öbür dünyada birbirine kavuşur…
Evet efsane süre gelsin, zamanla ada Akdamar ismini almıştır.
Akdamar Adası’nı ne zaman ziyaret edelim derseniz cevabı kesinlikle ilkbahar. Nisan ayıyla beraber adadaki badem ağaçları önce pembeleşir, daha sonra beyaz çiçekleri ile cenneti andıran bir hale sokar adayı. Mayıs ayı gelince ise artık ada yemyeşildir.
Karşıda karlı zirvesiyle Yüce Artos Dağı, Akdamar’ın bilgeliğini yansıtır adeta, yeri gelir bir koruyucu olur gölgesiyle…
Akdamar’ın tepesine doğru tırmanırken zaman yavaşlar adeta, bulutlar Artos ile birleşir, bulutların yansıması gölün üzerinde dans eder.
Adadaki yüzyılık ağaçlardan birinde mola verir gölgenin keyfini çıkarırsınız, yeri gelir bulutlardan resim yaparsınız. Karşınızda olabilecek en güzel manzaralardan biri bulunur. Ömrünüzün geri kalanını orada stresten ve koşuşturmadan geçirmeyi dilersiniz. İşte tüm bunları hissettiren harika bir yer Akdamar Adası.
Bir yanda tarihe tanıklık etmiş kilisesi, ağaçları. Karşıda muazzam büyüleyiciliğiyle Artos Dağı ve Van Gölü’nün saydam suyu. Kilisenin bahçesinde yürürken geçmişe döner bu ağaçların gölgesinde oturanları düşlersiniz, hayallere dalarak…
Bazı anlar için orada olmak gerekir. Yerinde keşfetmenin değerini paha biçilemezdir. Ağaçların çiçek verdiği, doğanın cıvıl cıvıl olduğu Akdamar’ı Nisan ayında görmelisiniz. Hala geç kalmış sayılmazsınız, 1 yıl beklememek için hemen uçağa atlayıp Van’a gidebilirsiniz.
Akdamar Adası’ndaki dinginlik ve görsel doyumdan sonra karınlarımızın acıkmaması olanaksız. Van’ın mutfağının Doğu’nun zenginliği yanında sönük kaldığını düşünsemde öne çıkarılması gereken birkaç lezzeti var. Planımız güneşi Van Kalesi’nde batırmaktı ancak bileğimin durumu kötü olduğu için o planı sonraki gelişimize bırakıyor ve bir şeyler yemek üzere Hanedan Sofrası‘nın yolunu tutuyoruz. Bu arada doktor beyler bileğime bandaj tedavisi uyguluyor!
Van’ın kendine has lezzeti olarak Sac Tava ön plana çıkarabilir. Hanedan Sofrası’nın da en iddialı olduğu konu bu. Dediğim üzere kebap olarak diğer şehirlerin gerisinde kalıyor. Siparişimiz her şeyden biraz şeklinde gerçekleşiyor. Sanırım Cem Yılmaz haklı! “Everything, but little, little, right in the middle!”
Sırasıyla çiğ köfte, lahmacun, içli köfte, adana kebap, sac tava ve köy kavurmasını deniyoruz.
Lahmacun ve içli köfte sınıfta kalmanın ötesinde benim nazarımda sıralamaya bile giremez. Lahmacun kıtırlıktan uzak, lezzetsiz. Aynı şey içli köfte için de geçerli, dışı oldukça yumuşak, içinde ceviz görebilene aşk olsun. Ayrıca içindeki kıyma oldukça kuru. Çiğ köfte ise gerçekten muazzamdı. Lezzeti ve acısı yerindeydi. Yedikçe yedik! Unutmadan mekan salata konusunda da oldukça zayıf kaldı. Özellikle Doğu’da böyle bir salata önümüze gelince şaşırdık. Nerede kaldı doğunun zenginlikleri!
Adana kebap lezzetli fakat porsiyonu yetersizdi. Mekanın spesiyalleri sac tava ve köy kavurması ise oldukça başarılıydı. Köy kavurması pizza görünümünde kavurma et ve sebzelerden oluşuyor. Özellikle kavurma et sevmeyen beni bile kandırmayı başardı. Sac tavaya ise sadece saygı duyabildik. Kalkıp alkışlayanlar bile oldu! Özellikle eti adeta lokum gibi ağızda dağılıyordu. Yağın sebzelerle oluşturduğu lezzet harikaydı. Et o kadar güzeldi ki acaba saca atılmadan önce ızgarada gezdirildi mi düşünmedik değil, is kokusuyla kendisine hayran bıraktı.
Yemeğimizi de yedikten sonra otelimize dönüyorduk ki acaba Trabzon’a gitmesek mi fikri oluştu bir anda. Benim ayağımın kötü olmasının da etkisi var tabii ki. Gezdik, yedik, içtik her şey güzeldi ama gerçekten bileğim oldukça kötü durumdaydı. Dolayısıyla yarın ki Çarpanak gezisi de ağır aksak geçeceğine daha sonra sağlıklı bir şekilde gelmeyi yeğlerdim. Hüseyin’i biraz gaza verince kendisi de bize katıldı. Zaten onlar 1 gün sonra dönecekti, onlar için iyi de oldu. Ama tek bir sorun vardı. Van’dan Trabzon’a 750 km yol!
Akşam sekizde yola çıktık, birkaç saat sonra Ağrı/Hamur’da Hüseyin’in evinde mola verdik. Bu sürede ayağıma röntgen çekildi. İnsan gerçekten bir orada, bir burada. 24 saat önce Times Meydanı’nda yürürken kim derdi ki bir gün sonra üç bin nüfuslu küçük bir ilçenin acil servisinde röntgen çektireceğimi! Neyseki yaşayacaktım! Artık bir yerlerimin sakatlanmasına alıştığım için şaşırmıyorum bile. Acısı hala devam ediyor ama ilk günkü gibi de değil. Öyle ki dönüşte 250 km kadar yolda arabayı ben kullandım. Sabah Trabzon’a vardığımızda sabah 5’i buluyordu, evin zilini çaldım ve anne ben geldim dedim!
Geride Van’ın lezzetleri ve Akdamar Adası’nın olağanüstü atmosferini bırakarak…