-aslındabuyazıbirazcıkeski- -gözdengeçirerekburadaolmasınıistedim- -evetsanırımankarayıözlüyorum- -birazcık-
Binalar bir şehri güzel yapmaya yeter mi? Ya da iki kıtalı bir boğaz? Fazlası gerekmez mi? Belki işin sırrı insanlardadır, ne dersiniz.
Şehir size bir şeyler sunmalı evet, rahat bir ulaşım herkesin kabulüdür. Yeşilin şehirden koparılmaması da büyük etkendir, ama hala bir şeyler eksik kalmıyor mu?
Birebir yaşanmış olaylardan bahsetmek lazım belki de.
Sakin bir pazar sabahı, olabildiğince erken. Yürüyüşe çıktığınızda etrafta yeşil bir doğa bulmayı bekleyebilirsiniz, ama fazlası da gerekmez mi, mesela insanlar! Özellikle de birbirine tahammül eden, anlayabilen, çevreye saygı duyan. Sahi, insanlar neden bu kadar sinirli? Sinirli olmasalar küçük bir trafik sıkışıklığında hepsi birden tüm kuvvetiyle kornaya basar mıydı acaba? Gerçekten o kadar araç aynı anda o saatte kornaya basma gücünü nereden alıyor? O sokakta oturanları aklına getiren var mıdır acaba? Ya da o an itibariyle tek suçu sokakta yürümek olanları? Onların haklı olduğu zaten tartışılamaz bile, bunu dile getirince linç edilmekten kurtulursanız bana da haber verin lütfen. Sessizlik ve saygı, ne kadar büyük bir erdem halbuki, değil mi?
Bir başkası,
Erkek ve kadın ilişkileri her zaman dikkatimi çekmiştir. Birbirini seven, bunu gözlerinden belli eden çiftlerin mutluluğuna ortak olmayı çok severim. İsterim ki hep mutlu olsunlar, kavga edenleri görünce yanlarından geçerken içimden yapmayın, kavga etmeyin, üzmeyin birbirinizi, lütfen yapmayın bunu der mutsuz olurum. İnsan birisiyle arkadaşlık yapıyorsa, en azından elinden tutuyorsa bu onu seviyor demek değil midir? Bir insan sevdiği kişiye nasıl küfür edebilir ki? Üstelik sokak ortasında, herkesin duyabileceği şekilde, rencide ederek… O kadın o eli tutarken kim bilir ne hayaller kurmuştu, bir insanın elinin sıcaklığını hissetmek olabilecek en naif duygu değil midir? Bir insan bunu nasıl hiç düşünmeden yok edebilir? Aklıma getiriyorum da, elini tutmaya kıyamayacağım insana nasıl bağırırım, küfrederim, ileri gidip onu dövmekle tehdit ederim. Düşünmesi bile içimi ürpertiyor. Sevgiyi öldürmek bu kadar kolay mı gerçekten?
Bir de yeni bir şey var,
Yaşlılar. Hepsini çok severim. Uzun bir mesai sonrası sabahın 7’sine doğru nihayet mahalleme ulaştığım bir günde cevizli-çikolatalı kurabiye eşliğinde bir çay içmek istemiştim. Ancak bir sorun vardı, iki masa ileride oturan yaşlı bey bana dik dik bakıyordu. Gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama olacak gibi değildi. Bir süre sonra dile geldi; çayı gürültülü karıştırdığım için azarladı beni, bir şey diyemedim. Hemen önümdeki hanımefendi müdahale etti, sen karşılık verme yavrum dedi, boş ver. Bakınız saat daha 7 bile olmamış sayılır, akıl alır gibi değil. Ne zaman o kadar mutsuz oldun da, insanların hayatlarına zehrini boşaltıyorsun. İşin aslı çayı karıştıran ben değil, kasadaki çalışan kişiydi. Müdürleri sonra durumu farkedip benden özür diledi ama sorun özür değildi. O yaşlı beyin yaptığıydı, buna hakkı yoktu. Ama bu onu önemsemedi, o yaşlıydı ve yaşlılar daima haklıydı.
Benim asıl canımı sıkan şey ise herkesin meşgul olması, evet. Bu şehirde herkes meşgul, bir yere yetişmek zorunda. Herkes bir koşuşturmaca içinde. Etrafa bakmaya vakit yok. Her şey vakit kaybı. Sokakta size çarpmaları normal bir davranış. Hatta yeteri kadar hızlı yürümediğiniz için suçlusu sizsiniz. Trafikte yayalara yol veren şoförler arkalarında bekleyenler tarafından taciz ediliyor. İşin kötüsü insan kanıksamaya başlıyor bir süre sonra. Asıl tehlikeli olan ise günün birinden onlardan biri olmak. Bir gün sokakta yürürken birisine çarptığımda umursamadan yoluma devam etmekten korkuyorum ben.
Mesela sohbet etmek de vakit kaybı, eğer onlar için bir çıkar sağlamıyorsanız. En sevdiğimde bu aslında, kişi sizi sevmese bile seviyor taklidini çok iyi yapıyor. Ta ki istediğini alana kadar. İnsanlar birbirinin hatırını sormuyor pek, Twitter’dan “mention” atıyor en çok, ya da Instagram’dan fotoğraf beğenmek varken neden konuşalım ki? Tükeniyoruz, belki çoktan tükendik. Bana kalırsa geri dönülmesi artık neredeyse imkansız gibi. İnsanların ne sohbet etmeye vakitleri, ne de niyetleri var. Ola ki sohbet etmeye kalktınız muhabbet asla güzel şeyler hakkında değil. Kadın, para, hırs, güç… Tek dert ve hedefleri bu. Yetinmek asla yok, hep daha fazla, hep daha, daha…
İşin garibi ne biliyor musunuz, bir güruh için hayatın gerçekliği bu, onlar için normal olan bu. Yani hiç rahatsız olmadan böyle yaşayabiliyorlar. Tuhaf olanı ise bir süre sonra sizi yadırgamaya başlıyorlar. Kendileri gibi olanlarla, ya da başka bir ifadeyle “birbirine ihtiyacı olanlarla” yaptıkları birliklerle dışlanan siz olmaya başlıyorsunuz. Ancak üzülmeyin, onlar tarafından dışlanmak o kadar da kötü bir şey olmasa gerek, değil mi?
Kolay arkadaş edinen biri değilimdir, hatta çekingen olduğum bile söylenebilir. Ama arkadaşlarımı severim, pek arayıp sormam ama hep aklıma gelirler. Keskin çizgilerim olmamakla beraber bir insanda olması gereken birkaç şey var tabii ki. Asgari derecede insanlık, asgari derecede dürüstlük, bir o kadar ahlak, azıcık empati diye uzatabiliriz listeyi. Ama sanıyorum herkesin ortak noktada buluşacağı şeylerdir bunlar. Ama burada işler biraz daha garip işliyor. Çoğunlukla anlayamıyorum ve rahatsız oluyorum bu durumdan. Mesela kadınların erkekler tarafından bir hedef/amaç haline getirilmesi midemi bulandırıyor artık. İki dakika önce yüzüne güldüğün insanın arkasından sallanması canımı sıkıyor. Çıkar ilişkileri yumağında kayboluyorum. Bunları dile getirince ise deli muamelesi görüyorsunuz. Etrafımda bana anlamsız gözlerle bakan insanlar görüyorum. Ortada bir sorun olduğunu düşünmek akıllarına gelmiyor bile, ama dedim ya, onlar için hayatın gerçeği bu, o yüzden yaşamaya devam edebiliyorlar, ama ben edemiyorum.
Ankara’yı özlüyorum. Ama nedense gidemiyorum. Bir boşluk durumu. Bu şehirde 6 ay boyunca komşularım “günaydın, iyi günler, iyi akşamlar” gibi temel selamlaşma kalıplarına şaşkın ve anlamsız gözlerle karşılık verdiler. Taksi, otobüs, kitabevi, restoran… Aklınıza gelen herhangi bir yer işte, aylarca “kolay gelsin, iyi günler” karşılığında donuk bakışlar gördüm. Şehrin üzerine bir mutsuzluk bulutu çökmüş gibi. İnsanlar birbirine tahammül edemiyor. O kadar meşguller ki en temel insanlık ihtiyacı selamlaşmayı bile gereksiz görüyorlar. Bizimle uğraşacak vakitleri yok, her şey metalaştırılmış, insanlar robotlaşmaya doğru yol alıyor. Küçük şehirlerin nazik ve kibar insanlarını özlüyorum. Birbirleriyle konuşabilen, selamlaşmaktan çekinmeyen… Ama ne gerek var değil mi, herkes küçücük ekranına tüm hayatını endekslediği telefonlara sahipken, insanlar kimin umrunda?
Bu da demek oluyor ki, şehir büyüdükçe insanlar da davranışlar da değişiyor. Başka bir açıklama gelmiyor aklıma. Yoksa bu kadar nezaketsiz, kaba, meşgul, mutsuz ve ahlaksız insan aynı şehirde olamaz. Bazen düşünüyorum da, herhalde tüm bu insanları bir şehre koymuşlar, adına da İstanbul demişler. Tek mantıklı açıklama bu.
‘Ankara soğuk memleket yaşanmaz orada!’ derdin bana.
Senin yaşayamadığın memlekette hayaller kurdum, aşık oldum.
Karanfil kokan sokağında dost oldum kitaplarla
Çayıma batırdım simidimi.
Kartopu oynadım mahallenin kedi boğan çocuklarıyla
Ben yaşayayazdım Ankara’da
herkesin yaşayamadığı bir ankara’sı var aslında. hiç yaşanmamış hikayelerin saklı olduğu sokakları.. bir süre sonra da hiçbir yere ait olamamaya başlarsın. uzaktan dinlersin ankarayı, gidemezsin de. tuhaf bir şehir, hiçbir zaman çok şey vaat etmez, gelene de hayır demez..
İlk insanlar neden şehirleri kurdular biliyorum.Günümüz insanı neden ‘büyük’ şehirlerde yaşamak istiyor anlıyorum. Ankara’yı zaman zaman özlüyorum lakin biliyorum ki şehirler, mekanlar bahane… Hikaye; hepimiz için ortak…
doğru şehirler hep bahaneydi. yaşanmışlıkları, hatıraları ve dostları özlüyor insan. cemal süreya da boşuna dememiş, gitmekle gitmiş olmazsın gönlün kalır, aklın kalır, hatıraların kalır diye.